Monday, January 21, 2008

Enteresannnn.....


Kahabat – kaba et

Azerbaycanlı ünlü bir sanatçı şarkı söylüyormuş: “Kabahatin büyük” diye. Sonra sanatçımız, bir orta asya türk cumhuriyetine gidiyor. Orada sahnede “kabahatin büyük” diye kendinden geçerken, seyirciler ona gülüyorlarmış. Meğerse o ülkede kabahat, kaba et yani hani üstüne oturduğumuz bölgenin ismini anlatan bir kelimeymiş. Ne kadar da enteresan değil mi? :):):):)

Eskişehir’de çok tatar bulunur, malumu aliniz. Bir tatar dedi ki, tatarca soba, “piç” şeklinde kullanılıyor. Oradaki diğer arkadaşlara yabancı gelmiş olabilir, ama azerbaycan’da soba, “peç” anlamında kullanılıyor. Dolayısıyla bu da türk dilli halklar arasında kelimlerin ne kadar yakın olduğunu gösteren çok önemli bir ayrıntı.

Yine başka bir kelime, “kıç”, Azerbaycan’da kıç bacak anlamında kullanılıyor. Şeytanın kıçını kırmak, çok yol yürüdüğünüzde, burada kıçım kırıldı dediğinizde insanlar bunu normal kabul ediliyorlar. Bu bakımdan İsmail kardeşim, yazın buraya geldiğinde, eminim gezmekten senin de kıçın kırılacak. :)

Bir de orta Asya’da kullanılan “kar hane”, yani firma kelimesi. Bunun türkçeye nasıl geçtiği konusunda bilginiz vardır umarım. Birisi demiş ki, Türkiye devlet başkanına, “siz de bekarlar, (bekar bu arada işsiz insan anlamına geliyor) çok, biz de bekarlar çok. Bol bol kar hane açalım da, hepsi çalışsın”... :):):) Uretime katkı için firma sayısındaki artış, malumunuz, talep eğrisini sağa kaydırır. Ama gel gör ki, bazen de insanları zor durumda bırakabilir...

Kelimelerin ön planda olduğu nadir durumlar!

Tuesday, January 08, 2008

Lenkeran Gezisi







Lenkeran Gezisi

Aralık ayının 29/30 Cumartesi Pazar gunu bir arkadasın fikriydi. Azerbaycan’ın en çok yağmur düşen bölgesine yola koyulduk. O kadar yağmur yağıyor ki, binaların çatısı yosun tutmuş. Çatıların yağmurdan yeşil kesildiğini görüyorsunuz. Lenkeran’dan eskiden kervanlar geçiyormuş, çok yağmur yağdığı için burada yavaşlamak zorunda kalıyorlarmış. O yüzden leng (yavaş), aran (bölge) kelimelerinin birleşiminden türemiştir. Evler çok büyük, enteresan bir gelenek var, evleri çok büyük yapıyorlar. Villayi düşünün, evler villadan çok daha büyük. Sanki şatolardan oluşan bir bölgeye gelmişsin gibi geliyor insana. O kadar kocaman evler görüp şaşırdım ki, hayatımda arka arkaya bu kadar sık tekrarlanan şaşırma hatıram olmadığını söyleyebilirim. İnsanların bahçelerinde mandalina, limon yetişiyor. Mandalina isminin de nerden geldiğini öğrendik. Men (ben), derim (dermek azeri türkçesinde meyve toplamak demek) kelimelerinin birleşiminden ve sonradan değişiminden meydana gelmiş mandalina kelimesi. Lenkeran yagmurlu memleket olunca bol bol cay yetisiyor. Bu yüzden şehre yakınlaşırken, şehre girerken, çaya ilişkin motifleri görmek çok normal ve yaygın. Arabanın üzerinde gördüğünüz, tandır. Bu tandırı yere gömüyorlar ve ortası boş olduğu için sanırım fırınımsı bir görüntü arzediyor. İnce belli bardak ve altında tabağı var, onun da iş hanı olduğunu belirmekte yarar var sanırım. Semaver ve bardağı yine ayrı bir alem.

Lenkeran giderken oradaki parkı gezdik ve parkta Azerbaycan’in mehrum ve dahi lideri Haydar Aliyev’in abidesi vardı.

Hanbulan gölüne gittik. Orada ağaçlardan dökülen sarı yapraklar gölün kenarına muhteşem bir duvar kağıdı haline getirmiş bulunuyordu. Şelaleden size bahsetmek istiyorum. Lenkeran’dan çıkıp Lerik’e taraf gittiğinizde 27. km de bir dinlenme tesisi gibi bir yer var. 2 veya 4 kişilik odaları var, ve odanın içinde her şey var. Günlük ücreti 40 Azerbaycan manatı. Harika bir doğa harikası dedikleri yer. Aslında gördüğünüz köprü bir lokantanın masaları arasında bağlantıyı sağlıyor. Doğa çok harika, hava çok temiz. Ben hemen önden gittim. Tam şelalenin yukarısında durup kendimi suyun sesine kaptırdım. Ama biraz çok kaptırmışım. Derke ayağım kaydı veeeeeeeee şelaleye akan suyun içine düştüm. Bir an akıntı beni alıp aşağıya götürürse fena olur diye düşündüm. Taşların üzeri çok kaygan olduğu için ayakkabı kaydı ve ben sol tarafım tamamen su oldu. Hem sağolsun arkadaşın birisinde yedek pantolon varmış, değiştim, donmaktan kurtuldum. Sonra da güzel bir anıyla misafir olduğumuz bir aileden limonları da alarak, harika yemekler yedikten sonra geri döndük şehrimize.

Don’la ilgili ilginç bir haşiye: Don, Azerbaycan’da soğuk anlamına geldiği gibi, bayanların giydiği uzun elbiseye de denir. Türkiye’ye ilk geldiğimde, bir bayan “donum açıldı” deyince yüzünde beliren şaşırma ifadesini ve sonra şakayla karışık “ ne demek istiyorsun yane?” sorusunu hiç unutmuyorum. Bunun dışında azeri bir çocuk, Türkiyeli bir kıza aşık oluyor. Onunla muhabbetini ilerlettikten ve samimi olduktan sonra, kıza “aşkım sana bir şey soracağım, ama kızmayacağına söz ver” demiş. Kız uzun yeminler ettikten sonra, çocuk “Ya Türkiye’deki kızlar güzel, hoş da, ama neden kimse don giymiyor”. : ) : ) : ) : ) : ) . diye bir soru sormuş. Kız “sapıkmısın nemisin” anlamında çantasını gencin başına fırlatmağa hazırlanırkene, anlaşılmış ki, don uzun elbise anlamına geliyor. Malumu aliniz efendim, Türkiye’de bayan arkadaşlar çoğunlukla pantolonumsu türevleri olan giysileri tercih ederler. Şimdilik bu kadar, umarım izlenimlerim hoş vakit geçirmenizi sağlamıştır. Selamlar, sevgiler....
Not: Bu sitenin 120. yazısı. Allah bereket versin.

Monday, January 07, 2008

Yuzyillik Yalnizlik`tan nihayet kurtuldum :)




Dikkat! Sıkıcı Bir Yazıdır. / Acaba Cesur Yazımı Desem !
Yüzyıllık Yalnızlık, Gabriel Garcia Marquez

Görünen o ki, yöresel alışkanlıklar kendi bağrında yetişen bir yazarı da hapesedebiliyor. (Keşke aynı şey bizim Nubel Ödülü aldırılan yazarlarımız için de geçerli olsa). Marquez’in cümlelerinde kadınla cinsi munasebet, nedense çok kullanılıyor. Ve bahsi geçen cinsel ilişkiler, meşru dairede ve romantik olmaktan çok, hayvani tarzda işleniyor. Nedense aşkın ve sevginin olduğu yerde bile yazar, cinsel ilişkiyi kabalıktan kurtarıp sevimli bir hale büründüremiyor. İki kardeşten farklı zamanlarda hamile kalan kadın, kız kardeşiyle evlenen bedeni dövmelerle dolu vahşi kılıklı başka bir insan vs... Dahası Marquez vahşi cinselliğin bayağılaştırdığı, başitleştirdiği ve alçalttığı insanla bağlantılı sahneleri çok inandırıcı ve bariz şekilde tanımlayıcı ifadelerle anlatıyor. Sanki yazar elit, daha doğru bir ifadeyle sterilize bir kesime eğlence yazıları hazırlıyor ve onların başka alemlere seyahatini kolaylaştıran cümleler kuruyor.

Aureliano Jose şaşkınlık içinde “insan öz halasıyla evlenebilir mi” diye sordu. Askerlerden biri, “evlenmez olur mu hiç!” diye karşılık verdi. “Biz, insan öz anasıyla evlenebilsin diye papazlara karşı bu savaşı veriyoruz”. İletişimciler diyorlar ki, verilen mesaj sizi rahatsız edebiliyorsa, amacına ulaşmıştır. Sözgelimi, Sadakatsiz filmi, sizi rahatsız edip, sadakatsizliğin ne kadar iğrenç bir şey olduğunu size gösterebiliyorsa, bu film iletişim bilimi açısından başarılı kabul ediliyor. Belki de, yazar bu tiksindiriciliği bize resmetmekle, doğru mesajı iletme başarısını göstermektedir.

Çok merak ediyorum. Bu kadar kadınla bağlantılar yapabilen adam, “Benim Hüzünlü Orospularım” isimli eserinde ne anlatıyor??? Marquez, hayal gücü çok büyük olan bir yazar. On satırlık sıkmayan bir cümle kurabiliyor. Bir delinin psikolojisine dalıp, orada seyahat ederek, izlenimlerini romanın satır aralarına koyabiliyor. Ölmek üzere olan bir insanın yerine düşünüp, onun ağzından konuşabiliyor. Ahmet Hamdi Tanpınar da Saatleri Ayarlama Enstitüsünde, öldüğü sanılan ve bir iki gün ölü yattıktan sonra gömülmeye götürülen bir kadından bahsediyor. Kadın tam gömülecekken uyanıyor. Eve gelince yolda da acıkınca bir şeyler ikram ediyorlar. Ahmet Hamdi Tanpınar onun için “ahiretten kraker/simit/börek/bisküvi yiyerek dönen kadın” ifadesini kullanıyor. Marquez’de de ölümden sonrası ve ölülerle ilgili hayal gücünün çok açık yansımalarına rastlıyor ve bunu hayretle okuyorsunuz. Mesela, “ölüler aleminde iyice yaşlanan Prudencie Aguilar, sarsak sarsak yürüyerek günde iki defa gelip onunla (Arcadio Buendia) çene çalardı” gibi. Buendia’nın Prundencie’nin katili olduğunu ve deli olduğunu da not olarak ayrıca belirtsek bile, sanırım hayal gücünün sınırlarına gümrük koymuş olamayız.

Marquez, romanla masalı harmanlıyor sanki. Roman tarzının içine, masal ve mistik ilave edince insanı ilk başta rahatsız edebiliyor. Alışılmış roman tarzıyla uzaktan yakından alakası olmayan, başka bir roman tarzında/ türünde yazdığını daha ilk paragraftan okuyucusuna sezdirebiliyor. Başlangıçtaki izlenimi insanın aklındaki kalıpları sarsa da, sonradan kendisini okutmayı başarabiliyor yazar.

Özetlersek, tohumu aşkla atılmayan çocuklardan oluşan nesil bereketli olmuyor. Bu eserde ondan fazla kadından çocuğu olan oğullar var, ama yine de bu ailenin sonunun tükenmesine engel olamıyorlar. Sanırım, zinadan doğan çocuklar neslin bereketini sömürüp yokediyorlar. Çünkü tüm aile bireyleri zinanın kısır döngüsüne tıkılıp kalmışlar. Yani aslında çocuk değil, zina fiilinin, günahın kendisidir. Ve sanki Marquez’in mesajı da budur. Marquez, şehvetin başıboşlaştığında, vahşileşeceğini gösterip, aşka özlem duyurmayı amaçlıyor. İletişimcilerin yöntemiyle kötü olan hakkında bizi rahatsız ederek, kötüyü bize sergiliyor. Öğüt, nasihat, kuralcı ve kuru yaklaşımlar yerine, ters etkiyle sebep olacak şeyler söylüyor. Eserin sonunda ne mi oluyor? Marquez okuyucuyu rahatsız etme girişimine durmadan devam ediyor. İçinizin üzüntü kaplıyor, ama nasıl bir üzüntü anlatamam. Yazar, ailedeki en son genci, başka biriyle evli olan teyzesine aşık ediyor, onları seviştiriyor, kadını doğumda öldürüyor, doğan çocuğu da karıncalara yediriyor. Çiçeği burnunda babayı da çıkan fırtınada mahvediyor. 420 sayfa, bir ailenin hazin çöküşüyle son buluyor. (07.01.2008, 00:12 Bakü)

Not 1: Azerbaycan’da 3 ve 4 Ocak iş günleri 29 ve 30 Aralıkla yer değiştirdi. Yani alınan kararla bu sene 29 ve 30 Ocak tarihlerinde insanlar çalıştılar, ama ayın 7’sine kadar bir haftalık tatilin keyfini çıkardılar. Yalnızzz.... Sonra kar yağmaya başladı, yollar kapandı, işe gideceğim sırada anladım ki şehir içi otobüsler, benim işyerimin olduğu yere gidemiyor. Şimdi Pazartesi de tatil edildi, çalıştığım kurum tarafından, Salı günü ancak gelebildim işe. Budur ki, izlenimlerimi paylaşmaya devam ediyorum. Asıl, 29/30 Aralık’ta arkadaşlarla kendimizi bir şehir dışına attık, fotoğraflarım gelsin sanırım, o konudaki izlenimlerimi de sizinle paylaşmayı düşünüyorum. tab' evde uzun sure oturunca, uzun zamandir bitiremedigim bu romani da okudum. Ameros Perros yani Paramparca Asklar Kopekler filminde de benzer tarzda bir vahset var sanki. Kopek Dovusleri vs. Tanrikent diye bir film var, orda da bu tarzda vahsilikler gormek mumkun.

Not 2: Çocukken çeşitli türlerde kitap okurken, bana hep uzak gelen yazar takımı eleştirmenler olmuştu. Ama zamanla okuduğum kitaplarla ilgili içimin dolduğunu bir şey söylemek istediyimi hissetim. Ve sanırım, eleştirmenlik şimdiki durumda çok hoşuma giden bir meslek olurdu. Asıl ekonomiyle alakalı bir hikaye var ki, bir kısmını birazdan http://www.iktisatnot.blogspot.com/ adresine koymayı düşünüyorum. Bunu da siz eleştirirsiniz artık.

Not 3: Başta Mehmet Nadir Arslan ve Ferda Çil olmak üzere merak eden ve yazı bekleyen dostlarıma ilgilerinden ötrü müteşekkirim. Mehmet tebriklerin için ayrıca minnettarım. Burada Türkiye’yi çok özlüyorum sanırım. Sizlerden bir çoğunu burada hayalen de olsa görüyorum. Geçen gün işe giderken, her sabah köpeğiyle çıkıp gezen bir adam var. Sonra düşünüyorum, yaa diyorum, bu adam bana bir yerden tanıdık. Nerden acaba? Daha sonra Mustafa Alabora olması lazım sanırım, hani şu Memolinin babası, adam, Alaboranın ta kendisi. Bir de yılbaşında Polat hariç tüm Kurtlar Vadisi oyuncuları burada Yegane Şadlık sarayındaydılar. Bunların içerisinde bizim Gülşen de vardı. Hani şu Of Of diye şarkısı olan kızı kastediyorum. Sanırım şehirde gezerken onu gördüm, ama hayrettir beni tanımadı : ) . ben de kendisine beni tanıma fırsatı vermedim.