Saturday, November 28, 2009

Azeri Yazar Turkce Edebiyyat Kitabi yazdi...




Guzel bir duygu ve inanilmaz bir sevinc...




Kardeslik lafta degil de, isle olursa daha guzel olur,




Iste birileri lafta degil de, ozde kardeslik yapiyor...




Mesela Azeri Yazar Dilaver Sultanov gibi..




Turkce Edebiyat Kitabi Yazdi...




Hadi Bakalim, Turkiye Turklerinden birisi de ciksin, Azeri Turkcesinde edebiyat Kitabi yazsin...




Bilmiyorum kendisi diyor mu? ama, izninizle ben iyi ve guzel anlamda soyliyeyim :)




Hodri Meydan ..... :)

Sunday, October 11, 2009

Ekonomistler Krizi neden bilemedi?

[Yorum - İhsan Işık] Ekonomistler krizi neden bilemedi?


Zaman Gazetesi, birkaç hafta önce Lehman Brothers'ın iflasının yıldönümünde "krizden nasıl çıkılacağı konusunda ulema ihtilafa düştü" başlıklı bir haber yapmıştı. Haberde dünyaca ünlü ekonomik otoriteler farklı farklı görüş beyan ediyordu.

Ekonomistler çıkış yolunu tam kestiremedikleri gibi, yeryüzünün bu en büyük ikinci mali krizini öngörememekle, hatta bu krize neden olmakla suçlanmaktadırlar. Bunlar ciddi ithamlardır ve mesleğin itibarını derinden sarsmaktadır. Halbuki, daha düne kadar ekonomistlerin halk nezdinde politikacılardan daha güvenilir bir yeri vardı. Nitekim, 27 senedir Amerikan ekonomisi, motoru kızdırmadan (enflasyonsuz) aralıksız büyüyünce, kimi otoriteler yeni bir paradigmadan (ekonomik mucizeden) bahsetmeye ve direksiyon başındaki zata "ilahi güçler" atfetmeye başlamıştı. Reagan dahil 4 başkan eskiten eski FED Başkanı Alan Greenspan, ancak son kullanma tarihi 2006'da 80 küsur yaşındayken malulen emekli edilmişti. Greenspan bir Cumhuriyetçi olmasına rağmen, Demokrat Bill Clinton bile onu görevinden alamamıştı. Hatta, Senatör John McCain onu ülke için 'vazgeçilmez' ilan etmişti: "Eğer Greenspan bir gün ölürse, ABD başkanı onun yere yıkılmasına izin vermemeli, cesedinin koluna girmeli ve yüzüne de bir çift siyah gözlük takmalıdır!" Kriz öncesi ölmesine bile izin verilmeyen Greenspan, kriz sonrası -birçok diğer ekonomik şöhret gibi- itibar infazından kurtulamamıştır.



EKONOMİSTLERİN ŞÖHRET EROZYONUNUN SEBEPLERİ NELER?


En barizi, ekonomistler arasındaki 'kakafoni', yani dağınık görüntüdür. Medyaya bakıldığında ekonomistlerin birçok konuda ihtilaf ettiği görülmektedir. Bu durum aslında tescillidir. American Economic Review'deki bir araştırmaya göre, 16 önemli ekonomik mesele arasında ekonomistlerin %90 hemfikir olduğu sadece 3 konu vardır. Bu bir yerde normaldir, çünkü ekonomi bir sosyal bilimdir. Sosyal bilimler, insan davranışını anlamaya ve tahmin etmeye çalışır. Fizik, kimya gibi tabii bilimler ise cansız maddeleri inceler. Bu tür maddeler, doğa kanunlarına tabidir ve tutarlı davranış gösterirler. Bir kibriti çakar ve kuru bir kâğıda tutarsınız, yandığını görürsünüz. Ekonominin konusu insandır. İnsansa hür irade sahibidir ve pek öyle öngörülür hareket etmez. İşkence yaparsınız, bazısı çözülür ve konuşur; bazısı ise ölümüne direnir. Hatta, aynı kişi işkenceye farklı zamanlarda farklı tepki de gösterebilir. Bu yüzden, ekonomi gibi sosyal bilimlerde öngörü yaparken hata payının büyük olması normaldir.



MIT hocası Andrew Lo'nun bir çalışmasına göre, temel bilimlerde 3 temel kanunla madde davranışının %99'unu tahmin edebilirken, finansta, 99 kanunla insan davranışlarının ancak %3'ünü kestirebilirsiniz. Nitekim, IMF'nin bir araştırmasına göre, ekonomistler, 1990'larda peydah eden 60 milli krizin ancak %3'ünü bir yıl öncesinden bilebilmiştir. Tahmin ettikleri krizlerin de, tam şiddetini kestirememişlerdir. Bunun için ekonomistleri idam insafsızlık olur; ekonomi genç bir bilimdir; şu anki bilgi birikimimizle ancak bu kadar biliyoruz. Modern trafik sistemi ve nitelikli polislere rağmen kazaları tamamen önleyebiliyor muyuz? Ayrıca, sadece olan kriz ve kazaları görüyoruz, ya önlenenler? Her durumda, ekonomistlerin işi hiç kolay değil. Bir kere ekonomi, laboratuvarsız, deneysiz bir bilimdir. Bir laboratuvar çalışmasında, her şeyi kontrol eder, sadece bir faktörün değişmesine izin verir ve onun denek üzerindeki etkisini ölçersiniz. Ekonomide böyle kontrollü deneyler yapmak imkânsız gibidir. Gerçek hayatta, kontrolsüz milyonlarca deney olmaktadır. Her kriz, aslında böyle bir deneydir. Hepsi bir sonraki kriz için bir ders hükmündedir. Ancak, iyi bir ders çıkarabilmek için, daha çok gözleme ve derin analizlere ihtiyaç vardır. ABD'de meydana gelen her uçak kazasından sonra hadiseyi etraflıca inceleyen bir "Ulaştırma Güvenlik Kurulu" vardır. Benim de paylaştığım bir görüşe göre, dünyada vaki olan her krizin nedenlerini (hemen kriz sonrası) derinlemesine inceleyecek ve gerekli dersleri çıkaracak milli ve uluslararası "Ekonomi Güvenlik Kurullarına" ihtiyaç vardır.


GELENEKLERİ GÖZDEN GEÇİRME VAKTİ


Bazı hallerde, ekonomistler arasındaki genel ihtilafların arka planı 'masumdur'. Bir görüş bildirirken, ekonomistler değişik kıstaslar kullanabilirler; bu da farklı sonuçlar doğurmaktadır. Mesela, enflasyon bir önceki seneye göre düşüktür ama on sene öncesine göre yüksektir. Ayrıca, ekonomistler bazen "kısa dönemi" mi, yoksa "uzun dönemi" mi kastettiklerini belirtmeyebilir. Mesela, vergi kesintileri, kısa dönemde harcamaları, uzun dönemde yatırımları teşvik eder. Bazen ekonomistler, herkes gibi kibirlerine yenik düşer, bilmediklerini itiraf etmezler. Halbuki, henüz araştırma halindeki birçok yeni meselede mutlaka belirsizlikler ve ihtilaflar mevcuttur. Nitekim, Greenspan bile, "Döviz hareketlerini tahmin etmek zar atmaktan farksızdır." itirafını yapar. Bazen itiraf da fayda etmez. Eski FED başkanlarından Sherman Maisel, "Çeşitli yerlerde konuşma yaparken en zorlandığım konu, insanları bizim para hakkında o kadar da çok şey bilmediğimize ikna etmekti." der. Ayrıyeten, ekonomistlerin bazen ihtilafta olmasını kamuoyu teşvik eder. Mesela, birçok ekonomist "enflasyonun arkasında sendikaların olduğu" görüşüne katılmaz. Ancak, sendika düşmanı kesimler bu görüşü iddia edecek bir "gönüllüyü" bir türlü bulurlar. Bazen de ekonomistler arasındaki ihtilaflar medya tarafından abartılır. Bunda sansasyon saiki olabileceği gibi, bazen de habercilik gereği böyledir. Bir haberin dengeli olması için, genelde bir mevzu hakkında farklı görüşlere gerek duyulur. Halbuki, o konuda hakim bir konsensüs olabilir. Ekonomistler ayrıca o toplumun bir parçasıdır; tuttukları bir takım, destekledikleri bir parti vardır. Dolayısıyla, dünya görüşleri ve değerleri 'tarafsız' bakışlarını etkileyebilir. Dahası, ekonomide de "mezhepler" vardır. Her ekonomik mezhebin içtihatları da farklıdır. 'İmam Smith' mezhebine bağlı olanlar, krizden çıkış için piyasa bazlı reçeteler, 'İmam Keynes' mezhebine bağlı olanlarsa, devlet bazlı reçeteler yazar.


Bu kriz göstermiştir ki, ekonomi otoriteleri bazı gelenekleri ve varsayımları gözden geçirmelidir. Mesela, konut piyasalarında bir balon şişerken merkez bankaları seyirci kalmıştır. Gerekçeleri, görev tanımlarında "balon veya köpük patlatmak" olmadığıdır. Amerikan FED'in, kanunca verilen iki ana görevi vardır; enflasyonla savaş ve ekonomik büyüme. Avrupa ve Türkiye merkez bankalarınınsa temel görevi enflasyonu kontrol etmektir. Kimilerine göre, merkez bankaları kafayı sadece enflasyona takmışken, burunlarının önünde şişen balonu görmemişlerdir. Halbuki son yıllarda görülen ekenomik krizlerin arkasında hep bu tür varlık balonları yatmaktadır. "Balon körlüğünün" bir nedeni, ekonomistlerin varlık fiyatları konusunda piyasalara kayıtsız şartsız "amentüsüdür". Merkez bankalarının kullandığı modellerin ekseriyetinde, "etkin piyasalar teoremi" hakimdir. Yani, piyasalar varlıkları fiyatlandırırken her türlü ilgili bilgiye sahiptir. Piyasalar adildir; bir şeyi fiyatlarken tam ortadan vururlar. Dolayısıyla, varlık balonu diye bir şey yoktur! Olsa da, akıllı yatırımcılar yapay olarak aşırı değerlenmiş varlıkları satar, hemen balonu patlatırlar. Ancak, Harvard ekonomisti Andrei Shleifer'in belirttiği gibi, bazen akıllılar rüzgarı tersine döndüremez; çünkü bu çok maliyetli olabilir. Bu şartlarda, rasyonel yatırımcılar, 'çılgınlığa' direnmek yerine, ondan istifade etmeye çalışır. Nitekim, dans ettiği için sonradan işinden kovulan Citibank'ın eski müdürü Chuck Prince "Müzik çalmaya devam ettikçe, dans etmek zorundasın. Biz hâlâ dans ediyoruz!" demişti. Belki bu noktada sıkı bir ebeveyn disiplini gerekiyordu; zira "en iyi merkez bankaları, parti coşkuyla devam ederken, içki şişelerini insanların önünden alabilendir". Ancak merkez bankaları, çılgınlığı sadece seyretti; çünkü çocuklarına çok güvendi.


DERİNLERE DALDIKÇA KAYBOLMAK


Ekonomi biliminin bir handikapı artık "salon edebiyatına" dönüşmesidir. Einstein'ın, "Matematikçiler, görelilik kuramına el attıktan sonra, ben kendi kuramımı tanıyamaz hale geldim" dediği rivayet edilir. Aynı şekilde, ekonomi bilimi de matematik ve fizikçilerin istilasına uğramıştır. Bugün derin matematik modeller içermeyen hiç bir makale saygın bir ekonomi dergisinde yayın şansı bulamaz. Yayınlananları da bir avuç insan ancak okur ve anlayabilir. Bu modellerin temel varsayımı, insan davranışlarının tutarlı ve tahmin edilebilir olduğudur. Bir yerde, ekonomistlerde "fizikçi takıntısı" vardır; onlar gibi yüksek matematikle duyarlı öngörüler yapmak isterler. Halbuki, makroekonominin ata babası Keynes "ister şahsi, ister siyasi, ister ekonomik olsun, insan davranışlarını sadece matematik öngörülere dayandırmazsınız, çünkü bu tür hesaplamaların [sosyal bilimlerde] temeli yoktur" der. Bu gerçek, modern ekonomistler arasında göz ardı edilmektedir; birçoğu hâlâ mükemmel öngörüler peşindedir. Mesleğin duayenlerinden Frederick Hayek "Ben ekonomik tahminlere göre hareket edip para kazanan çok az; fakat tahmin satarak para kıran çok insan gördüm." der. Nitekim, bulgular göstermektedir ki, mükemmel tahmin diye bir şey yoktur ve olamaz. Aksi takdirde, 1970'ten beri dünyada cereyan etmiş banka merkezli en az 124 krizi doğru tahmin edebilir ve önleyebilirdik.


Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman "son 30 yıldır okullarda dayatılan ekonomi öğretilerinin bir zaman kaybı olduğunu, faydalı olmak yerine, zararlı hale geldiğini" iddia etmektedir. Gerçekten, ekonomi biliminin ruhu çalınmıştır; meslek adeta makineleştirilmiştir. Malthus'tan sonra, "ölümcül bilim" diye zaten kötü şöhret salan bu güzelim alan, kupkuru, hissiz, maneviyatsız, materyalist bir hal almıştır. Halbuki, tarihte bu alanda çığır açan araştırmalar, genellikle sayısal (mekanik) değil, kavramsal (sezgisel) olmuştur. Bu yüzden New York Üniversitesi hocalarından Roman Frydman "Ekonomistler olarak tamam sayısal yöntemleri kullanalım, ancak bununla kalmayıp tarih de çalışalım, hislerimize ve muhakemelerimize güvenelim." demektedir. Eskiden, alimler hem dinî, hem beşeri, hem tıbbî, hem matematik, hem astronomi alanında yücelmiş feylesof kimselerdi. Şimdi ise, akademisyenler, bırakın alt kattaki veya yan binadaki diğer akademisyenleri, kapı komşusu meslektaşlarının ne yaptıklarını bilemez hale gelmiştir. Doğrudur, uzmanlık daha derinleşmemize yaramıştır; ama daldıkça yüzeyden kopmuş, gayemizi unutmuş, büyük resimdeki yerimizi kaybetmişizdir.


İNSANI BİLGİSAYARLAŞTIRMADAN GERİ ADIM


1990'larda ODTÜ'de okurken "mühendislik bilimleri" diye entegre bir bölüm vardı. Sanırım, gayesi teknik bir şirkette çalışan değişik mühendisleri koordine edecek ara eleman yetiştirmekti. Belki bölüm zamanın ötesindeydi, çünkü sonra kapandığını duydum. Halbuki şimdiki eğilim, tam bu yöndedir. Bazı okullarda, bir dersi değişik alanlardan birkaç hoca öğretmektedir. Mühendislikte ekol olan Georgia Tech Üniversitesi'nin rektörü, gerçek hayatta beraber çalıştığı en başarılı mühendislerin, zamanında en iyi öğrenci olanların değil, yaratıcı düşünmeyi becerenlerin olduğunu fark etmiş ve mühendislik bölümlerine kabul şartları arasına iyi matematik yanında, bir müzik aleti çalmış olmayı, bir koroda söylemiş olmayı ve bir takımda oynamış olmayı getirmiştir. Aynı okul, bilgisayar eğitimini tamamen revize etmiş, saf bilgisayar yerine, 'bilgisayarlı iletişim', 'bilgisayarlı istihbarat', 'bilgisayarlı işletme' gibi entegre programlar oluşturmuştur. Ekonomide de "davranışsal ekonomi" adında, psikolojiden oldukça beslenen yeni bir akım doğmuştur. Bu cereyan, insana şaheser bir bilgisayar muamelesi yerine, "normal" insan gibi davranan ve ümit vaat eden bir bilim dalıdır. Bu krizi tahmin edebilen birkaç kişiden birisi, bu akımın öncülerinden Yale Üniversiteli Robert Shiller'dir. Tarih bir deneyler deposudur. Hatta, bazı işletme okulları, müfredatlarına tarih derslerini almaya başlamıştır. Geçen sene Lehman'ın batışını bu gazetede "Sultan Bernanke ve Yeniçeriler" adlı makalede Osmanlı tarihiyle tahmin etmiştim. Ekonomi "ölümcül bir bilim", tarihse "ölülerin hikâyesi" olabilir. Ancak, alabilene ölülerde diriler için çok büyük dersler vardır. Yoksa, tarih neden ikide bir tekerrür etsin?.. ZAMAN
PROF. DR. İHSAN IŞIK ROWAN ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=901573&title=yorum-ihsan-isik-ekonomistler-krizi-neden-bilemedi

Thursday, October 01, 2009

Testi kırıldıktan sonra... hangi kitapları okuyalım?

Ibrahim Ozturk

Biliyorsunuz, Nasrettin Hoca nasıl olsa kırıldıktan sonra hayıflanmanın bir manası yok diye, suya gönderdiği çocuk testiyi kırmasın diye önceden bir güzel pataklamış.

Kriz öncesinde sesimizin yettiği kadar 'sular bol aktığı için kabınız dolu gözüküyor, ancak altı delik, tıkayınız' desek de, 'bahar ve yaz nasıl tabii ise, bunun ardından kış da gelecek' dediysek de kimlere ne kadar tesir etti bilemeyiz. Rusların bir atasözü var; 'Çok soğuk hava diye bir şey yoktur. Esas sorun yanlış giyinmektir.' Unutmayın, Ruslar bu dersi iyi çalıştıkları için hemen hemen bütün savaşlarını kışın nasıl giyineceğini kestiremeyen düşmanlarına karşı kışın kazanmıştır.


Öneri listelerimizi çarşaf çarşaf söyleyip yazmış olsak da, 'bir musibet bin nasihatten evladır' hükmü geçerliliğini koruyor.

Evet, kriz geldi, testi kırıldı. Şimdi izninizle artık kalan sağlarla yolumuza devam etme zamanı geldi. Yaz rehaveti, Ramazan molası, bayram tatili derken, piyasaların da yavaş yavaş kendine gelmeye başladığı şu sıralar artık yeniden işe koyulmanın zamanı. Mevsimlik nedenlerle ben de yaz boyunca daha çok ekonominin geneline (makro ekonomik meselelere) kafa yordum ve şirketlerle ilgili yazılarıma ara verdim. Şimdi bir süre işadamına ve tekrar şirketlere odaklanmak istiyorum.

Biliyorsunuz bizim esnaf-işadamının okumuyor oluşundan son derece muzdaribim. Oysa işyerlerinde ve evlerde kütüphanemiz olmalı, günün başında ve sonunda muhakkak bir iki saatimizi kitap okumalarına ayırmalıyız. İşimiz, sektörümüz ve ekonominin geneliyle ilgili kitapları, dergileri, köşe yazılarını muhakkak takip etmeliyiz. Ekonomi ile ilgili bir gazeteye ve iyi seçmek şartıyla birkaç ekonomi-işletme dergisine abone olmalıyız.
Birkaç ay inadına kitap okuyun, göreceksiniz ki kafanızda onlarca pencereler açılacak, eliniz kolunuz çözülecek, fikriniz gelecek. Bu minval üzere yaz boyunca adresime postalanan birçok değerli kitap elime ulaştı. Bunların bir kısmını zaten okumuştum, bir kısmını daha yeni okuyorum. Şimdi size kısaca bunlardan bahsedeyim.
Şirket danışmanlığı da yapan İlhami Fındıkçı'nın dikkatimi çeken bir hayli hacimli eserlerinden sonuncusu 'Bir Gönül Yolculuğu: Hizmetkar Liderlik' (Alfa, 2009), kısaca yerli bir duruşla çağdaş bir işletme yöneticiliğinin nasıl olacağını bütün yönleriyle ortaya koyuyor. Bu bağlamda MÜSİAD eski Başkanı Ömer Bolat'ın 'Liderlik Gönül İşidir' (Hayat, 2009) büyük bir tecrübeyi sizinle paylaşıyor.

Bu arada 'Kendi İşini Kurmak İsteyen Girişimcinin El Kitabı' Japon İşletme Bilimcisi Guy Kawasaki (MediaCat/İnfomag, 2007) ile iyi bir yönetim danışmanı olan Hüseyin Çırpan'ın 'Girişimcinin Yol Haritası' (MÜSİAD, 2008) çalışmalarını bir arada okuyun. Krizde dokuz doğuruyoruz ya, yazılarını dikkatle takip ettiğim Doç. Dr. Murat Yülek'in 'Türkiye ve Küreselleşen Dünya Üzerine Notlar (Bilgesel, 2009) ve Ruth King'in 'Küçük İşletmeler İçin Büyük Fikirler' çalışmasını da bir çırpıda okumanızı isterim.

İTO ile aylık ekonomi dergisi İnfomag'ın birlikte verdiği 'KOBİ'lerde Rekabet Gücünün Artırılması' (2009) adlı çalışma için Prof. Dr. Mustafa Aykaç'ın editörlüğündeki çalışmaya hayli emek verilmiş. Eğer son on senedir darmadağın olduğumuz konular ilginizi çekiyorsa Prof. Dr. Nurullah Genç'in Ortaklık Kültürü'nü (MÜSİAD, 2007), Prof. Dr. Nihat Erdoğmuş'un 'Aile İşletmeleri: Yönetim Devri ve İkinci Kuşağın Yetiştirilmesi'ni(İGİAD, 2007)'ni bir an evvel hatim ediniz. Paramparça olduğumuz konuların başında mali yapının ucunu kaçırmak geliyor.
Bu yüzden Salim Çam'ın 'İşletmelerde Bütçe Yönetimi' (Hayat, 2008) listenize alınmalı. Pazarlama çağındayız ya, tek kelimeyle konunun üstadı olan Philip Kotler'i daha okumadıysanız, heyhat! Tabii Doç. Dr. Ömer Torlak'ın yönetimindeki Yeni Müşteri'yi (İTO, 2007) de tanımalıyız.
İşletmede 'kafamı öteye çevirsem çalışanımdan bir kazık yiyorum' dersiniz ya. O zaman Prof. Dr. Nejat Bozkurt'un 'İşletmelerin Kara Deliği: Hile' (Alfa, 2009) adlı çalışması ilaç gibi gelebilir. Zira bütün taktikler çalışan hikayelerine kadar inilerek veriliyor. Bunları bitirin, bir liste daha vereyim. i.ozturk@zaman.com.tr

Saturday, August 29, 2009

ABD'deki batıklar ve gizli hesaplar (Kadir Dikbaş)


Krizde en kötünün görüldüğü yönünde genel bir kanaat oluşmuş olmakla birlikte, krizin merkezi ABD'de finans kesimi henüz sorunlardan sıyrılabilmiş değil.
Wall Street'in dev yatırım bankalarının batması dünyayı sallamıştı. Arkasından irili ufaklı bazı mevduat bankaları geldi. 2008'de çok fazla batık görülmedi ama bu yılın ikinci yarısında sayıda patlama yaşanıyor.
ABD'nin TMSF'si olarak bilinen Federal Mevduat Sigorta Kuruluşu (FDIC), 2008 başından bu yana 117 bankaya el koymuş. Bu sayının 81'i bu yıla ait. Bilhassa temmuz ve ağustos aylarındaki el koymalar, dikkat çekici. 81 bankanın 24'ü temmuzda, 12'si ağustosta batmış. Sanki krizin sonuçları yeni yeni ortaya çıkıyor.
Başka iflasların yolda olduğuna dönük uyarılar var. Bazı uzmanlar, 150-200 bankanın daha batabileceğinden bahsediyor.
Ülkedeki 8 bin 500 banka içinde 117 banka çok önemli bir rakam gibi görünmüyor. Bu bankaların varlık toplamı da 78 milyar dolar civarında. Yani ABD ölçeğinde altından kalkılamayacak bir büyüklük değil. Ama devam eden bir sıkıntının olması dikkat çekiyor. ABD bankacılık sistemi ilk kez böylesine büyük bir batık rüzgârıyla karşı karşıya.
Bu tür durumlar, küresel ekonomideki iyileşmenin yavaş olacağını gösteriyor. ABD dünya ekonomisinin motoru, dünyanın en büyük tüketicisi çünkü. Bu dev tüketici, bir müddet sonra kemer sıkmak zorunda kalacak. Bütçe açığı almış başını gidiyor. 10 yıl içinde toplam 9 trilyon dolarlık açık tahmin ediliyor. Bu ise borçlanma demek. Aynı dönemde kamu borçlarının ikiye katlanıp milli gelirin dörtte üçüne çıkması bekleniyor. ABD, 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana böylesine zor bir mali portreyle karşılaşmamıştı.
Batık ya da çürük banka olaylarına bizler fazla yabancı değiliz. Ağır bedel ödedik bu konuda. TMSF, hâlâ bırakılan enkazlarla boğuşuyor.
Sağlam banka-çürük banka ayrımı artık Batı için de önemli. Kamu kaynaklarının özel bankalara aktarılması, kurtarılması sıradan olaylar haline geldi. Ne gariptir ki, ABD Hazinesi kaynak aktardığı Citibank üzerinden Akbank'a bile ortak oldu.
Dünyada ilginç şeyler oluyor, olmaya da devam edecek gibi.
Yıllarca finans merkezi olmanın rantını yiyen ülkeler, ilk kez finans merkezi olmanın zorluklarıyla yüzleşiyor. En çarpıcı örneklerden biri İsviçre. Dünyanın gizli kasası konumundaki ünlü İsviçre bankaları endişeli.
Sebep, ABD'nin krizle birlikte başlattığı "gizli hesap avı". ABD sonunda UBS'i pes ettirdi. Geçen hafta imzalanan anlaşmaya göre, ABD 4 binden fazla vatandaşının banka bilgilerine ulaşabilecek.
Bu durum, sır küpü bankalara olan güveni sarsacak nitelikte. Ve bu sadece İsviçre ile de sınırlı değil. Benzer işlemlere müsaade eden bütün ülkeler ve bankaları için geçerli.
İddialara göre, İsviçre'de hesap sahibi çok sayıda Türk vatandaşı da paralarını çekmek için girişimlere başlamış. Fakat bankalar, gelen yoğun talep üzerine aylar sonrasına randevu veriyor. Nereden nereye?
Hiçbir devlet vatandaşlarına ait paranın dışarıdaki gizli hesaplarda tutulmasını istemiyor. Hele hele bu kriz günlerinde. ABD'nin aldığı sonuç, OECD'nin "Beyaz Liste"sindeki diğer ülkeleri de harekete geçirecek türden. Türkiye de bu liste içinde yer alıyor.
Eğer uluslararası mali sistem biraz sıkılaşacak olursa, bu bankaların ve hesap sahiplerinin işleri zorlaşacak.
Maliye Bakanlığı, kriz sürecinde dışarıdaki paraları çekebilmek için "Varlık Barışı" kampanyasını başlatmıştı. Fakat süre doldu, beklenen giriş gerçekleşmedi. Maliye şimdi "Varlık Barışı"nda ikinci bir girişim daha başlattı. Son gün 30 Eylül. Bakalım, bu sefer sonuç alınacak mı? k.dikbas@zaman.com.tr

Tuesday, August 18, 2009

Bakan evini satamiyor ))))

'Bakandan satılık ev'!

UĞURGÜRSES
Ekonomi
17/08/2009 - Radikal

Bazı zamanlarda, kişilerin toplumsal kimlikleri ile kişisel ya da ekonomik tercihleri farklılaşabiliyor. Ama yüzyılın en derin krizinin yaşandığı bir ortamda bu toplumsal kimlikte, ‘ekonomi bakanı’ ya da ‘Nobel ödüllü iktisatçı’ yazıyorsa aldıkları kişisel kararlarda daha fazla bir ilgi odağı haline gelmeleri kaçınılmaz oluyor.
Son iki haftada, ABD’de iş ve ekonomi çevrelerinde yakından izlenen iki kişinin özel alanlarında almış oldukları kararlara ilişkin haberler ilgi uyandırdı. Biri, ‘ekonomide sıkıntılar var ama işler iyiye gidecek’ diyerek kamuoyu beklentilerini olumlu yönde etkilemeye çalışan Hazine bakanı Tim Geithner’dı. Diğeri ise ekonomide 1929 tipi buhrandan uzaklaşıldığını, ama Japon usulü uzun sürecek bir sıfıra yakın düşük büyüme sürecine girilmiş olabileceğini düşünen Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman’dı.Görüşleri ekonomist ve analistlerce yakından bilinen bu iki kişi, özel yaşamlarında kişisel kararlarında nasıl davranıyorlardı acaba?
Bu soruların yanıtı, geride kalan iki hafta içinde alındı. Ekonominin kademeli biçimde iyileşeceğini düşünen Tim Geithner sahip olduğu evini satışa koymuş, ama satamamış bekliyordu. Ekonomide yıllar alacak bir durgunluğa girilmiş olabileceğini düşünen Nobelli iktisatçı Paul Krugman ise New York’tan ev satın almıştı!
ABD Hazine Bakanı Geithner, New York’un kuzeyinde bulunan müstakil evi 2004 yılında 1 milyon 602 bin dolara satın almış, 2009 yıl başında bakan olduktan sonra da 1 milyon 635 bin dolardan satışa koymuş. Şubat ayında 60 bin dolarlık bir indirim yapsa da, ev şimdiye değin alıcı bulamamış. Geithner, 2004 yılında bu evi satın alırken, eşi ile birlikte 1 milyon 250 bin dolarlık bir mortgage sözleşmesi yapmış. ABC’nin haberine göre, emlak uzmanları, Geithner’ın görece pahalıya aldığı bu evi kiraya vererek mortgage ödemelerini yapmasından başka iyi seçeneği olmadığı, ama ilerleyen zaman içinde bugünkü fiyatlarla kiraya verecek kimseyi bile bulamayacağı yorumunu yapıyorlar.Geithner’ın evini satmaya kalkışması, ileriye dönük beklentilerinden dolayı görünmüyor. Malum, Geithner, bakan olmadan önce ABD merkez bankası Fed’in New York şubesinin başkanıydı. New York’tan Washington D.C.’ye taşındı. Her şey bir tarafa, mortgage sözleşmesi ile borçlanarak şişmiş fiyatlardan konut satın alan ve de bugün için ‘suyun altında’ biçiminde betimlenen kesimin içinde yer alıyor Geithner. Bunun da çok doğal olduğunu düşünüyoruz. Ekonominin içinde bulunan kişilerin, bizatihi karar alıcı bir pozisyonda olsalar dahi, kendi özel yaşamlarında doğru kararları zamanında alamayabileceklerine iyi bir örnek.Diğer taraftan, söz konusu evin Geithner’ın oturmak için aldığı tek ev olduğu; bunun, varlık fiyatlarındaki hareketten spekülatif kazanç sağlamak amaçlı olmadığı da düşünülebilir.İşte bu noktada ikinci öyküye ‘bağlanıyoruz.
Ekonominin Japon usulü uzun sürebilecek bir durgunlukla karşı karşıya olabileceğini, ABD’deki konut fiyatlarının ise 2011 yılına kadar çıkışa geçemeyeceğini düşünen Nobel ödülü sahibi iktisatçı Prof. Paul Krugman da yakın zamanda New York’ta ev satın almış. Krugman, Geçen yıl 2 milyon 495 bin dolara satışa konulan Manhattan’daki üç odalı daireyi 1.7 milyon dolara satın almış. Ekonomi ve konut fiyatları hakkında pek de iyimser değilken, neden bu konutu satın almıştı ki? Krugman, New York’ta konut fiyatlarının biraz daha gerileyebileceğini düşündüğünü söylüyordu oysa.Bu haberin duyulmasıyla, bir taraftan da 1929’daki gibi bir buhran riskinin geride kaldığını söyleyen Krugman’ın ‘acaba bir bildiği mi olduğu?’ sorusunu soranlar da az değildi doğrusu. Krugman bunun yanıtının oldukça basit olduğunu, ‘bir yere ihtiyacımız vardı. Elimize de biraz para geçince’ diye açıklıyordu. Krugman, ‘daha önce sahip olmadığı bir kaynağa ulaşınca’ ev almaya karar vermişti. Bu kaynağın, Nobel ödülünü almasıyla eline geçen 1.4 milyon dolar olduğunu anımsatalım.Gerçek ve renkli iki öyküden süzülen şu oldu: Uzman da olsanız, işlerin iyiye ya da kötüye gideceğini düşünüyor olsanız da, kişisel yaşamınızda farklı yönde kararlar veriyor olabilirsiniz. Bunlar ‘dışarıdan’ bakanların gözünde rasyonel kararlar da olmayabilir. Oysa çok basit nedenleri vardır. Tıpkı Geithner ve Krugman’ın sahip oldukları gibi.

Tuesday, May 12, 2009

Ani Bir Lenkeran Gezisi










Bu gezi, Lenkeran`la üçüncü kez buluşmam olacaktı. Daha önce Lenkeran`a giderken, Palsüd fabrikasını ziyaret etmiştim. Mühendisleri ve müdürü Türkiye`den gelen bir kurum burası. Çok harika süt ürünleri var. Oradaki hijyeni gördükten sonra geri döndüğümde, rahatlıkla Palsüd ürünlerini tüketebiliyorum. Dünyadaki bütün firmalar tüketicilere fabrikaları gezme fırsatı verseler, sanırım, dünya, olabildiğine şeffaf bir yer olur. Böylece en azından tam rekabet piyasasının olmazsa olmaz şartlarından bir tanesi, yani “Şeffaflık” özelliği yerine gelmiş olur. Palsüd`de ilk kez, içi süt dolu kocaman, ılık süt küvetleri gördüm. Içeride müthiş bir sıcaklık vardı, sütleri alıp kullanmaya, yeni ürünler üretmeye çalışıyorlardı. Insanın süt banyosu yapası geliyordu ))).. Tabi yapamadık. Çünkü içeriye girerken bile, özel giysileri almakla birlikte bizi dezenfekte ettiler. ))). Meğer ne kadar mikropluymuşuz.)))


Nihayet kelam, gelelim bu son gezi macerasına. Salı günü, bir arkadaş, üç günlük tatili değerlendirelim diye bir teklifle birden hepimizi heyecanlandırdı. Malumu aliniz, 9 Mayıs Azerbaycan`da Zafer Günü olarak kutlandığı için resmi tatil ilan edilmiş durumda. İkinci Dünya Savaşı`nın Sovyetler Birliği tarafından kazanıldığı tarih olan bu gün, Azerbaycan`da hala kutlanmaktadır. Çünkü o zamanlar, Azeriler de almanlara karşı savaştıklarından bu günün hatırası buradaki insanların ortak mirası haline gelmiş durumda. Azerbaycan`da tatil günleri hafta sonuna denk geldiğinde bu iş günü olan sıradaki güne kaydırılıyor. Böylece, 9 mayıs cumartesine denk geldiği için, biz de pazartesini tatil yapacak olmanın fırsatını gören bir insanın teklifine dayanamadık. On arkadaş aynı anda gidelim diye ısrar edince, ben de bu teklife hayır diyemedim. Neyse arabayla anlaştık. Ben rakamları da vereceğim, siz buna göre Azerbaycan`daki tatil fırsatları hakkında bilgi edinmiş olursunuz böylece. 220 AZN (Azerbaycan Manatı). minibüsle anlaştık. Şöyle ki, minibüs bizi götürecek getirecek ve o arada şehir gezilerimizde bizim ulaşım problemimizi halledecek. 10 Mayıs tarihinde de bizimle birlikte geri dönecekti. 8 Mayıs`ta Bakü`den çıktık. (Tam da benim doğum günümde) . Dört saatlik yoldan sonra, gece saat 00:30 civarında Lenkeran`a vardık. Cumartesi günü`nü iyi bir gezelim dedik.

Öncelikle, şelalenin gürlediği, tabiatın en güzel yüzlerinden birinin yer aldığı Tebessüm Dinlenme Tesisine gidelim dedik. Lenkeran`da 13 kişi olduk. 11 kişi ekibimiz, bir rehber, bir de şoförümüz. 13 kişilik kebab için ve ilavelerle birlikte 95,40 AZN ödeyerek güzel bir öğle yemeğinin tadına varmaya gayret ettik. ))) Çok doyurucu olduğunu söylemeliyim. Bunun dışında Hanbulan gölüne gittik. Burada, gölün kenarını gezdik ve orada güzel yemeklerden sonra içilecek türden olan Lenkeran çayı içtik. (12 AZN). ( 1 TL = 0,52 AZN). Hanbulan gölünün kenarında tabiatın hemen yanıbaşında semaver çayı içmenin müthiş bir keyfi var. Daha sonra şehir merkezini gezmeye gittik. Orada 9 Mayıs`la alakalı `Meçhul Asker` anıtının önünde bir çelenk gördük: Sizin de resimde görüyor olmanız lazım. Azerbaycan`da kommunist kelimesi Türkiye`deki gibi kötü imaja sahip değil. Belki ben çok karşılaşmadım, ama insanlar bu eskimiş fikir yapısını normal kabul ediyorlar. Herkes kendi halinde yaşayıp gidiyor. İnsanlar 8 Mart`ı hediyeleşme vesilesi, 1 Mayıs arkadaş çevresiyle yemekte buluşma sebebi, 9 Mayıs`ı da bir araya gelinen bir etkinlik gibi görüyorlar. Burada, bu ve benzeri günlerden hiç birisinde, insanlar taşları, sopaları ellerine alıp, dükkanların camlarını kırıp geçirmiyorlar. Nihayet kelam, her günün sonu anlamlı bir etkinliğe çıkabiliyor.

Tabii insanlar, bu kadar tabiat güzelliğinin karşısında dayanamayıp romantik pozlar da verebiliyorlar. Lenkeran`da en çok işimizi kolaylaştıran faktörlerden birisi Lenkeran`da Türk Lisesin olmasıdır. Bizi iki gece misafir ettiler ve buna ilaveten de, bize orada mihmandarlık yaptılar. Türk lisesindeki Türkiyeli ve Azerbaycanlı öğretmenler çok güzel talebeler yetiştiriyorlar. Biz oradayken, üç günlük tatile aldırmaksızın olimpiyat için okuldan ayrılmayan sekizinci sınıf talebeleriyle tanıştık. Tabii, bir de öğretmenlerden birinin minik yavrusuyla. Sevdik doya doya o minik balayı.))).

Bütün kurtlarımızı dökene kadar futbol oynadık. Saatlerce, söhbet muhabbet ettik. Şehir hayatı zamanı bizden alıp, geriye zamansızlık bırakıyor sadece. Orada ise, geceleri uyumayıp uykuya giden zamanı bir birimizi tanımaya ayırdık. Bazılarımız, lisede başlarından gelen ilginç olaylardan konuştu, bazılarımız ise, hayatından kendini en mutlu eden anlarını bizimle bir yerde hatırladı. Uyumaya gelince, o kadar müthiş bir ortam ki... Tabiatla ve Lenkeran lisesi, geceleri buluşup bize ninni söylüyordu sanki. Yol masrafları da dahil, toplam 450 AZN`ye (550 Dolar) 11 kişi, iki günlük oldukça dinlendirici bir tatil yaptı. Bir çok insanı daha yakından tanıma fırsatım oldu. Çok güldük...

Velhasıl kelam, gelmek isteyen olursa, Nazan Öncel`in dediği gibi: “Buyursuuuuuuun Geeeeelsiiiiiin!” ))))))..... Azerbaycan`dan sevgilerle...

Monday, May 04, 2009

2006 yılından bir hatıra


Teşekkürler Ayşegül...

Dostlar !

Bu sabah, aşağıdaki hikayeyi bloga koydum. Ondan sonra düşünüyordum ki, keşke bir resim olsaydı konuyu destekleseydi diye düşünüyordum. Daha sonra msn i açınca Ayşegül`ün bu fotoğrafı gönderdiğini gördüm. ))) Bu sürpriz için teşekkür ediyorum Ayşegül`e. Ne de olsa eski asistanım, yapıyor yapacağını... Bu ince ve yerinde fotoğraf için kutluyorum kendisini...

Sunday, May 03, 2009

Bildiğim bir hikaye ama nedense bu sabah beni çok etkiledi (((

Çölde yolculuk eden iki arkadaş hakkında bir hikaye anlatılır. Yolculuğun bir aşamasında iki arkadaş tartışırlar biri ötekine bir tokat atar. Tokadı yiyenin canı çok yanar ama tek kelime etmez ve kum üzerine şu sözleri yazar
'BUGÜN EN IYI ARKADASIM BANA BIR TOKAT ATTI.'
Yıkanabilecekleri bir vahaya rastlayana dek yürümeyi sürdürürler.Tokadı yiyen yıkanırken bir batağa saplanır, boğulmak üzereyken arkadaşı tarafından kurtarılır. Boğulmak üzere olan arkadaş tam kurtulduktan sonra bir kaya parçası üzerine şu sözleri kazır:
'BUGÜN EN IYI ARKADASIM BENIM HAYATIMI KURTARDI.'
Tokadı vuran ve sonra arkadaşının hayatını kurtaran kişi ona şöyle der; senin canını yaktığımda bunu kum üzerine yazın ama şimdi kayaya kazıyorsun.NEDEN? Öbür arkadaş ona şöyle cevap verir:'Biri bizi incittiğinde bunu kum üzerine yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı estiğinde onu silebilsin. Ama biri bize İYİ bir şey yaparsa onu kayaya kazımalı ki onu hiçbir rüzgar yok etmesin.'
'INCINMELERINIZI KUMA, GÖRDÜGÜNÜZ IYLIKLERI KAYALARA KAZIMAYI ÖGRENIN.'
Denilir ki özel birini bulmak bir dakikanızı alır,onu değerlendirmeniz bir saat içinde olur,onu sevmek için bir gün yeter ama sonra onu unutabilmek için bir ömrün geçmesi gerekir. Arkadaşlarımızı yanımızda olmasalar bile unutmayalım!!!

Tuesday, April 28, 2009

***********************************************************


Sözde Kızlar...

26 Nisan 2009. Nisan ayının son pazarı. Mayıs, kollarını açmış, gelecek haftanın pazarını kucaklamak için sabırsızlanıyorken... Saat 00:45 – Yeni günün yenice saati neredeyse geride kalıyor. Aslında şu anda yapmam gereken, mecburi işlerle geçirmem gerekiyor zamanımı. Ama ne yaparsın? İnsan tutkusunun peşinden gitmek istiyor çoğu zaman. Bir roman bitirdim az önce. Sahneleriyle kendini zihnime kazıyan, açık sözlü bir roman.

Hatice/Belma gebe kaldığını öğreniyor. Sıra geliyor, çocuğun alınmasına, buna karşı çıkarken, iç sesi beyin kıvrımlarında yankılanıp duruyor : “... Çocuk üç aylık vardı. Kımıldıyordu. Onu öldürmekle, bir insanı öldürmek arasında ne fark var? Bir insan hiç olmazsa kendini müdafaa edebilir, ya çocuk? ...”. Hatice`nin bu cümlesi, bende bir idrak uyanışına sebep oldu. Bir kadının, kendi karnında kımıldadığını hissettiği bir canlıya kolay kolay kıyamamasının oldukça normal olduğunu anladım. “Kımıldıyordu”... Peyami Safa`nın bu ifadesine kadar, kurtajı mekanik ve duygudan yoksun bir olay gibi görüyormuşum. Ama şimdi, çocuk aldırmanın aleni bir cinayet olduğuna kani oldum. Zaten Peyami Safa`nın en güzel yaptığı şeylerden birisi de, romanlarında kadınların yerine düşünebilmesidir.

Dehşetin tasviri bu kadarla bitmiyor: “... Ne yapıyor diye ona (yani Behiç`e, çocuğun babası olmak istemeyen, biyolojik babasına yani) baktım: Kulağını yerden hiç ayırmıyordu. Bilmem ne kadar öylece durdu: On saat mi, on dakika mı, on saniye mi, tahmin edemem... Sonra, bir sıçrayışta ayağa kalktı, hırıltıya benzeyen korkunç bir sesle fısıldadı: “Haydi yürü, herşey bitti. Artık sesi çıkmıyor...”. Nihayet kelam, adam çocuğu diri diri gömüyor ve hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam ediyor.

Bence, Peyami Safa`yla tanışmak isteyen hevesli okurların Sözde Kızlar`la başlaması gerekiyor. Ben ilk önce Matmazel Noraliya`nın Koltuğu ile başlamıştım. Rahatça okunabiliyor ve çabuk bitiyor. Bundan önce Şimsek isimli romanı mütalaa ederek okumuştum. Ama Sözde Kızlar çok anlaşılır cümlelerle dokunmuş. Merak duygusu, frekans kaybetmeden yanıbaşınızda size eşlik ediyor roman boyunca. Bu yüzden, endişelenmenize gerek yok. Behiç, Mebrure`yi aldatmak için bin türlü yola başvuruyor. Acımasız dizi ve film senaristlerinin aksine, Peyami Safa, romanlarını her zaman mutlu sonla ve iyinin zaferiyle bitiriyor.

Amcamın meçhul bir mezar taşından bahsederek, farklı versiyonunu anlattığı durumu bu kitapta bir defa daha gördüm. “... mezar taşının üstüne bir Arap şairinin mezarındaki şu cümle yazılmalı ve bütün sözde kızlara hitap etmeliydi: “Dün sizin gibiydim, yarın benim gibi olacaksınız!”.

Tebessümün yaraşması (yani yakışması), gözleri yummak (gözleri kapamak), nokta-i nazar (bakış açısı), inhisar (tekel), taaccüb (şaşkınlık), gibi Azerbaycan`da hala kullanılmakta olan ifadeleri bu kitapta görmek beni oldukça mutlu etmeğe yetti de, arttı bile. Kitaptan iki güzel ifadeyle bu yazıya son verelim:

... “Bir kat çıktılar. Tahta merdivenler, kuvvetli adımlara razı olmadıklarını boğuk, gıcırtılı bir sesle ilan ediyorlar,...” , “... Hava kararıyordu. Gecenin ilk esmer gölgeleri meydanı doldurdu...” . saat 01:28...

Düşünmüştüm ki, Eskişehir`miz, Beşiktaş`la Pazar günkü maçta yıllar öncesinin rövanşını alacak ve bizleri sevindirecekti. Ama bu sefer de yenildik. Olsun... Eskişehir`imin canı sağolsun... Seneye lig şampiyonu oluruz biz de. Nasıl olsa, büyük takımları kendi sahamızda yenebiliyoruz. Şampiyonluk için müthiş bir şans bu. Iyi yolculuklar sevgili takımım...

Monday, April 20, 2009

Paris`teydim...

Paris`teydim…

Hemen hızlı bir giriş yapayım izninizle: Öncelikle on beş franklık gloria ile karşılaştım. “Gloria nedir?” diye soruyorsanız, hemen açıklayayım: Alköllü kahve demek. Tabi geri çevirdim. “Tüm alayların üzerine yağdığı, hor görülen bir zavallı yaratık vardı” oralarda. 250 gram dolaylarında bir ağırlık ölçüsü olan mark`ı dikkate aldım. Ünlü tefeci Gobseck`i tanıdım. Onun için “babasının kemiklerinden domino taşları yapabilecek adamdır!” diyorlardı. Sonra, şöyle bir duyum aldım: “Paris`te kadınların yüreğini eşeleyecek olursanız, sevgiliden önce tefeciyi bulursunuz”. Sonra bu Paris sokaklarında, biraz da insan kimyasını öğreneyim dedim: “Yüreğimiz bir gömüdür, birden boşalttık mı battık demektir. Bir insanın beş parasız olmasını bağışlayamadığımız gibi, bir duygunun olduğu gibi ortaya dökülmesini de bağışlamayız. Bu adam her şeyini vermişti. Tam yirmi yıl boyunca, yüreğini, aşkını vermişti: bir gün içinde servetini vermişti. İyice sıktılar limonu, posasını da sokağın köşesine bıraktılar”.

Sonra, Madame de Beauseant ile tanıştım. Samimiyetimiz artınca ve onunla yakında tanışınca, bana “Monsieur, tam hak ettiği gibi yargılayın bu dünyayı. Yükselmek istiyorsunuz, size yardım edeceğim. Kadınların çürümüşlüğünün derinliğini araştıracak, insanların sefil gururunun genişliğini ölçeceksiniz” dedi. Oradan çıkıp, Neuve-Sainte-Genevieve-Sokağı`ndaki, pansiyona dönerken, Rastinac`la tanıştım: Üniversitede bir tıp öğrencisi. Annesine ve kız kardeşlerine mektup yazıp, para istediğini söylerken, düşüncelerini okudum: “Kız kardeş yüreği, bir arılık elması, bir sevgi uçurumudur” diyordu içinden. Ama diğer taraftan, “Bir üniversitelinin cebine para girdi mi, içinde masalsı bir sütun belirir hemen, bu sütuna yaslanır” kuralını biliyordum. Komşusu ona şöyle söylemiş : “Güzel bir delikanlısınız, aslanlar gibi mağrur ...bir delikanlı. Şeytan için güzel bir av olurdunuz”. Tabii, acılı hikayeler de dinledim. Lime lime doğranan bir baba yüreği gördüm. Ama o baba, hiç yılmış birisine benzemiyordu: “Evet, evet, istediğiniz kadar parçalayın yüreğimi, her parçası bir baba yüreği olur gene” diyerek inadına devam ediyordu. Bir sonraki vurucu ve sarsıcı bilgiyi de Paris sokaklarında gezerken öğrendim: “Dünyayı bir çamur okyanusu olarak görüyordu, insan ayağını batırdı mı, boynuna kadar gömülüyordu içine”. Ya da “Kötü haberleri iletmek için, zamandan bol ne var?”. Yani kötü haberleri ulaştırmak için acele etmemeliyiz. Son olarak cenaze törenine katıldım: “İki papaz, ayin çömezi ve kilise hizmetlisi geldi, dinin bedava dua edecek kadar zengin olmadığı bir çağda, yetmiş franka ne verilebilirse verdiler”.

Merhaba millet. Hayatımın disiplin adına, içinden geçtiği kısa bir süreci tecrübe ettim. Geçen sene bir hikaye yarışmasına katılmıştım. Hikaye yarışmasında aldığım dereceden ötrü kitap çeki hediyesi tarzında bir ödüle layık görülmüştüm. Ben de ilgi alanıma hitap eden, konulardan olmak üzere kitapları seçip bunun keyfini çıkarmaya çalıştım. Gelelim, Paris Macerama... aldığım kıtaplardan birinin ismi de “Goriot Baba” idi. İki kızı için de her şeyi, evet yalnış duymadınız, her şeyi yapmayı göze alabilecek kadar ifrat dereceli bir babanın hikayesi anlatılıyor bu kitapta. Kitabın yazarını aranızda tanıyanlar vardır: “Honore de Balzac”. Balzac`la daha önce tanışamamış olmanın hüznünü yaşadım doğrusu. Otobüste giderken, boş durmayayım, elimde okunacak bir malzeme olsun diye aldığım Goriot Baba`yı 15 günlük bir süre zarfında okuyarak bitirdim. Her gün işteyken, ve işten eve giderken kitabı okumanın planlarını kuruyordum kafamda/zihnimde. Balzac, genelde insan kimyasını, özelde ise gençlik kavramını iyi müşahede (gözlem) edebilen bir yazar. Romanı öyle anlatıyor ki, insan kendini Paris gecelerinde, tiyatro salonlarında ya da malikanelerinde yürür gibi hissediyor. Balzac, ayrıca bana şunu gösterdi : Dikkatsizliğimden dolayı ufak parçalar halinde hayatımdan kopup düşen zaman parçalarını artık görebilmeliyim. Balzac, bana bu zaman parçalarını verimli kullanma konusunda iyi bir eğitim sunmuş oldu. Kitabı okurken, müthiş ve oldukça sevimli bir amcadan elmadaki şeker misali nasihatler dinlediğimi fark ettim. Gençliğin terbiyesini önemsediği için, Allah, Honore de Balzac amcadan razı olsun. Ilk kez bir yazarı okuduğumda, onun çevresinde hissettim kendimi. “Amca” ifadesini kullanmamın sebebi budur. Maksadım, latife yapmak değil kesinlikle. Bu büyük yazarın eserlerine daha dikkat vermeli, onu daha çok okumalıyım. Sayın Balzac, kitabını rafta bu kadar (bir yıl) beklettiğim için lütfen beni bağışla. Velhasıl kelam, tanıştığımıza, memnun oldum Sayın Balzac.


19.04.2009 – 01:44 Cumartesiyi – Pazara bağlayan uykusuz bir gece!....

Thursday, March 26, 2009

Bana göre kadınlar!



Bana göre kadınlar

Uzun zamandır takip ettiğim kadınlar hakkında, belli bir zaman geçikten sonra bende yekun izlenimler birikiyor. Bunları, tarihe not düşmek, daha doğrusu günlüğüme yazmak için aklımda gezen yazıyı buraya not düşmek istiyorum. Önce isimlerini yazdım, sonra da onların bende uyandırdığı izlenimi. Haklı olmadığım durumlar, yanıldığım konular da olabilir. Ama adı üstünde, bana göre böyle.

1. Aysun Kayacı – Bilinçsiz
Gördüğüm kadarıyla, bilmediği için çeşitli ve garip tarzlarda konuşuyor. Bilse, böyle konuşmazdı herhalde. Sanırım Aysun 30 yıl sonra, bugünü seyrettiğinde, gençliğin vermiş olduğu delikanlılıkla bugün yaptıklarından pişman olacaktır. Bu dünyada güzel izler bırakmak lazım. Bazen acıyorum ona. Aysun Kayacı`yla ropörtaj gibi bir konuşma yapıp, kendisiyle yüzleşmesini sağlamayı çok isterdim. Mesela, “Haydi Gel Bizimle Ol!” daki ortamda sadece güzelliği için orda duruyor gibi durumuna düşüyor. O program ki, Bayan Clinton`dan Türkiye adına kötü bir şey duymak için bütün taktikleri deneyen, ama Clinton`un Türkiye`yi savunmasıyla komik duruma düşen bayanlardan meydana gelmiş. Keşke Aysun, keşke farklı bir konumda ve programda olsaydın.

2. Alev Alatlı – Entellektüel
Alev Alatlı, iktisat eğitimine ekonometriden dolayı doktorayla devam etmeyen bir hanım. Yazıları, bakış açısı çok farklı olabilen ve beni hep şaşırtabilen bir insan. Gerçekten, entellektüel kimliği çok bariz bir şekilde temsil eden bir hanım. Hareketlerinde, tavırlarında, bakışlarında bile bir entellektüel bir tarz var. Gözlüğün arkasında kendini gizlemeye çalışan mütavazi bir münevver var sanki. TRT2`de 2001 yılında yapılmış ekonomi programını yayınlıyorlar. Okumayı ve yazmakla birlikte seven bir insan.

3. Elif Şafak – Çalışkan
Elif Şafak bugünlerde, basında çok çıkıyor, eserlerinden dolayı. Gazetede ise çok ilgi çekici yazılar kaleme alıyor. Mesela, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği isimli kitabın yazarı Milan Kundera`nın, bugünlerde küstürüldüğünü ondan öğrendim. Ikinci, hatta üçüncü bir dilde yazabilen yazarların varlığını ondan öğrendim. Başka bir dilde rüya görebiliyorsan (ki ben bu tecrübeyi yaşadım), başka bir dilde de yazı yazabilirsiniz diyor. Aşk isimli yeni bir kitabı çıkmış, gerçekten bu kadar velut (doğurgan) bir yazar olmasını takdirle karşılıyorum. Elif Şafak, çalışkanlığıyla şunu kanıtladı;Bir kadın hem iki çocuk doğurabilir, hem entellektüel olabilir, hem de güzel olabilir. Dünyada böyle kadınların varlığına inandığım ve o benim bu inancımı doğrulayan canlı bir delil olduğu için kendisine saygı duyuyorum. Kanaltürk`te Sevim Özay isimli başka bir hatunla röportajını izledim. Elif Şafak`ın kitaplarını daha okuyamadım. Çünkü önce ustalar, sonra çıraklar. ))) Ama merak etmiyor da değilim. Bazen düşünüyorum, “Nuriye Akman`ın Nefes isimli, bir de ilk roman denemesini okuyorsun da, Elif Şafak`ı neden okumazsın!”. Yakında onun da bir romanını okuyabilirim. Kendisine başarılar diliyorum.

4. Nihal Bengisu Karaca – Mert
Nihal Bengisu Karaca, Kanaltürk`te Sevim Özay`ın hazırlayıp sunduğu Cosmoplus programına haftaya Salı günü saat 00:00`da, yani Bakü saatiyle, gece saat 02:00`de olacak program. Sanırım, merakıma yenik düşüb yine izleyeceğim. Nihal hanım, gerçekten açık ve mert konuşmasıyla kendine has bir uslup tutturmuş durumda. Televizyon, röportaj, yazı farketmez. Lafını açık bir tarzda ve anlaşılır şekilde söyler ve savunur. Hem dindar, hem mert, hem de yazılarında daha çok kesime hitap edebilen bir yazar.

5. Gülse Birsel – Akıllı
Düşünsenize, Avrupa Yakası`nı. Senaryosu`nu Gülse Birsel yazmış. Yeteri kadar para kazanıyor. Popüler kültürün öğelerini tepe tepe kullanıp, hem bilinirlik kazandı, hem de para. Önceleri, TV`de program sundu, sonra gazetedeki köşe yazılarını bir araya topladı. Kitabı bol bol baskı yapınca, iyi para kazanmıştır. Yani malum, hatun, daha başından beri akıllı davranıyor. Buna kısaca pratik zeka desek doğru olur mu acaba?!


6. Funda Arar – Sanatçı
Bir kere sesi çok etkili. Gerçekten şarkı söylemek için Allah vergisi bir nefesi var. Arapsaçı, Benim İçin Üzülme, Camdan Kalp gibi şarkıları çok hoş. Yorumu muhteşem. Sinema ve diziler edebiyattan beslenmeye başlayalı çok oldu Tükiye`de. İşte, şarkıları edebiyattan beslendiren bir sanatçı Funda Arar. Funda Arar, Necip Fazıl Kısakürek`in Kaldırımlar isimli şiirini yorumlayan bir insan. Diğer şarkıcıların kliplerini seyrederken, insan, et dükkanı reklamları izliyor gibi hissediyor kendini. Funda Arar, eskiden buna çok dikkat ederdi, yine aynı tarzda devam ederse çok hoş olur. Gerçekten dinlerken çok zevk aldığım bir insan. Çok kadın “şarkıcı”, bundan 2 – 3 yıl sonra bile hatırlanmayacak. Ama Funda Arar, eğer kaliteyi bozmadan devam ederse, kalıcı olacaktır. Kendisine başarılar diliyorum.


7. Azerin – Çileli
Azerin, Azerbaycan`lı bir sanatçı. Gerçekten çileli bir hanım gibi geliyor bana. Azerbaycan`ın dertleriyle dertlenen bir insan. Milli ruhu destekleyen, gençleri motive eden bir sanatçı. Funda Arar gibi çok etkili ve güçlü bir sesi var. Bakü`de seyretme imkanım oldu. Kendisinin söylediğine göre, Türkiye`de İlker Başbuğ`la görüşürken, Azerbaycan`da basılan “Kafkaz İslam Ordusu” isimli kitabı ona, bizatihi hediye eden birisi. İşte, aynı zamanda, Azerbaycan ve Türkiye arasında kardeşlik ilişkilerinin güçlenmesi için de çaba harcayabilen bir insan. Milli ve kahramanlıkla ilgili özel günlerde Azerbaycan televizyonlarında öncelikle onu görürsünüz. Kendisinin bir internet sitesi de olmalı. Artık bir zahmet, gugıldan ))) arama yaparak onu da kendiniz bulun. Hem Azeri melodileri kulağınıza hoş gelecektir, emin olun! )))

Eeee, beyler, sanırım bu gidişle, bundan 30 – 40 sene sonra, bütün verimli, üretken ve karar verici mevkiler tamamen bayanlarla sarılacak. Şimdi Türkiye`de kadına karşı pozitif ayrımcılıktan bahsediliyor. Belki de, on yıllar sonra, erkekler için aynı ifade kullanılacak. Erkek hakları koruma dernekleri felan da kurulursa, hiç şaşmam. Ama başarı takdir ve gıpta hak eder. Ben “discrimination” kokan söylemleri bir kenara bırakıyor ve başarılı olan bütün hanımları can-ı gönülden kutluyorum.

Çarşambayı Perşembeye bağlayan gece, saat 01:26 , 26.03.2009



Wednesday, March 11, 2009

Berberler…


Oldum olası çok/uzun saçı sevmem. Kafatasımdaki saçları beğenmemek anlamında söylemiyorum bunu. Saçlarım çok uzadığı zaman nedense, kendimi ferah hiss edemiyorum. Ayrıca, saç bakımı için ayrılan zaman, sınırlı hayatımı verimli olmayan bir iş için kullanmak gibi gelir bana. Bir de saç bakımı niyetine, jöle, biryantin gibi yardımcı maddelerden istifade etme durumu var tabii. Üniversitede, genelde, bu özeni gösteren arkadaşlarımın, üniversite sonrası, sinuzit, menejit, kısacası kesif bir baş ağrısıyla ve saç dökülmesiyle karşı karşıya kaldıklarını göz önüne aldığımda, olay tamamen farklı taraflara gidiyor. Neyse, toparlıyorum )))). Uzun zamandır bir birini kovalayan işlerimin haylazlığı karşısında, saçlarımın dilekdiklerince uzamasına ses çıkaramadım. Dahası, son günlerde havalar soğuğunca, biraz daha beklemem gerektiğini telkin ettim kendime.

Azerbaycan`da 8 Mart Dünya Kadınlar Günü`nün özel önemi var. Hiç kimse, ideolojik bir kaygı gütmüyor ve feminist dalgalarda fırtına oluşturmaya gerek görmüyor. Insanlar, annelerine, kardeşlerine, eşlerine ve yakın akrabadaki bütün kadınlara bu günden dolayı çeşitli hediyeler alır, güller takdim ederler. Nitekim, ben de uzakta olan tanıdıkları aradıktan sonra, ekmek aldığım fırındaki kızların 8 Mart Gününü tebrik ettim; sürekli insanlara hizmet ediyorlar.)))) Bundan ilave 8 mart Azerbaycan`da tatil günü ilan edilmiş durumda. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, Azerbaycan Cumhurbaşkanı`nın fermanıyla 2009 yılı “Uşaq İli” (yani çocuk yılı) ilan edildi. Bizde hala “ferman” kelimesi kullanılıyor. Bağnaz laikler duymasın/alınmasın sakın )))).

8 mart Pazar gününe denk geldiği için onun yerine Pazartesi yani, 9 mart günü tatildi. İş olmayınca, ve ben evde olunca, kafamda bitki örtüyü gibi günden güne büyüyen saçlarımı seyreltmek için yola koyuldum. Yol kenarıyla giderek, uygun bir berber bulmak için çaba sarfetmem gerekti. Genelde önüme hep “Gözellik Salonu” ya da “Qadın Salonu”[1] yazıyordu. Üç beş tane böyle bir mekana denk geldikten sonra, bir “Kişi Salonu” buldum. Nihayet, saçlarım seyrelip, ferahladığım zaman, berber beye teşekkür ettim ve borcumun ne kadar olduğunu sordum ; “Ne verirsen ver!” diye cevapladı. Bu bana çok garip geliyor. Buradaki ahlaki düzenden kaynaklanan bir şey: insanlar genelde para isterken rahat hissetmezler kendilerini. “Ne verirsen ver!”, beni hayatında ilk kez gören adamın, verdiği hizmetin fiyatını benim belirlememi istemesidir. Bir de tanıdık berbere gittiğiniz zaman, “Qonağım ol!” derler. Yani “Misafirim ol!” demektir. Biliyorsunuz, misafirden para alınmaz. Burdaki gizli mana da odur. Yani para verme )))). Azerbaycan`a gelirseniz haberiniz olsun.

Fiyat karşılaştırması yapmak isteyenler için söyleyeyim. Burada saç traşı piyasasında denge fiyatı 3 Azerbaycan manatı. ( 1 dolar = 0.82 AZN). Yani yaklaşık 3,65 dolar. ( 1 dolar = 1,8 TL). Yani 6,5 TL`den bahsediyoruz burda. Bu yazıyı okuyan arkadaşım, bulunduğun şehirle bu fiyatı karşılaştırıp, fikrini bizimle paylaşırmısın!?

Bugünlerde, Gümüş Kurşun isimli kitabı okuyorum. Kitapta büyük ideallerle 1913 yılında Northwestern Üniversitesi`nde görev yapan bir profesör tarafından kurulan, Arthur Andersen isimli denetim firmasından bahsediliyor. Şirketi kuran profesörün ismi tabi ki, Arthur Andersen`di. Kitapta deniyor ki, “şirketin ilk sloganlarından biri Bay Andersen`in Norveçli annesinden öğrendiği `eğri otur, doğru konuş` ” idi. Bu söz Azerbaycan`da da çok kullanılıyor. Şu şekilde: “eyri otur, düz danış”. Aman Allah`ım! Yoksa Norveçliler de mi Azeri Türkü? ))). Bütün tarihçilerin bu blogun takati yettiği ölçüde göreve çağırıyorum.)))) . Söylediklerimi espri olarak kabul ediniz efendim. Sadece olarak, Azerbayca`da kullanılan bir sözün dünyanın öbür ucunda, aynı şekilde kullaılması hoşuma gitti. Yoksa etimologluk gibi bir mesleğe bulaşmak gibi bir niyetim yoktur, bilesiniz....


[1] Q harfi, G yerine kullanılılıyor Azerbaycan`da. Qızlar, Qızıl, Qenimet gibi.

Friday, March 06, 2009

Beklemek...


Samanyolu ekranında Tek Türkiye diye bir dizi var. Belki görmüşsünüzdür. Ya da izlemişsinizdir. Bir insan var, düşünün bir kızı ta liseden beri seviyor. Kalbinde bir yangın var. Kimseye söylemeden o yangını içinde körüklüyor. Belki zaman zaman o ateşin ısısıyla hayallerini suluyor. Istediği sadece o kızla evlenmek. İşte bir gün adam için tüm belirtiler ölümü işaret ederken, kız çıkıp geliyor, adamın baş ucuna. Gencin yüzündeki o mutlu ifadeyi görmek çok etkileyiciydi. Yanmak, yakılmak, pişmek, kavrulmak, kaynamak ama asla kelimelerin içinden geçenleri anlatamayacağını bilerek, yıllarca beklemek. Insanların içinde, toplumun orta yerinde görünerek sır olmak. Yönetmeni tebrik ediyorum, o sahneyi çok iyi işlemiş...

Türkçede yer almış, kendi itibarını kazanmış, asaletli sözleri çok severim. Bir çok edibin yaptığı gibi kelimelerin muhitinde dolanıp durmak, onlara asılmak, onlarla hasbıhal etmek çok hoşuma gider. Büyük adamları hep böyle taklit etsem, bir gün ben de büyük adam olurmuyum acaba?))). Mesela, somnambül kelimesi; uyurgezer anlamına geliyormuş. Çok hoş bir kelime olduğunu düşünüyorum. Muadele mesela, denklem demekmiş. Cebri muadele mesela, bir matematik denklemi anlamına geliyor. Ahmet Hamdi Tanpınar cebri muadele demiş, çooook hoşuma gidiyor, bu kelimelerin güzelliği.

Dünyada ekonomik kriz var, malum aliniz efendiler, hanımlar ve cenaplar. Japonya`da kriz kelimesi geçtiğinde 30 – 35 bin kişi intihar ediyormuş. Yani krizin anlamı yabancılar ve türkler için farklı terkiplerden meydana gelmiş. Türkiye`de cemiyetin kendi bünyesinde var olan bir dayanışma var. Insanlar bir birlerine yardımcı olmayı önemsiyorlar. Bireyselcilik, Batı`da azgın zalim gibi gezerken, doğuya uğramayı zaman zaman ihmal ediyor. Eğer şer odakları Türkiye`yi karıştıramazlarsa, eminim, Türkiye bu krizden güçlenerek çıkacaktır. Eskiden bize şöyle bir atasözü öğretmişti eğitim sistemimiz: “Başgasına quyu qazan, qazdığı quyuya özü düşer”. Kutsal kitabımızda, bununla alakalı ayet var sanırım. Allah, tuzak kuranların tuzaklarını, kendi başlarına yıkar diye. Insanoğlu, zaman zaman dünyada var olan hadiseleri, gerçekleri ilahi izlerden arındırma gafletinde bulunur. Ama buna ne kadar çaba gösterse de o izler orada duruyor. Işte bu topraklarda, yetmiş yıllık düzenin desteklediği ateizme rağmen, ilahi izler her tarafımızı sarıp sarmalamıştı. Sadece biz onlara o bakış açısından bakamıyorduk.

Geçen günlerden birisinde, TV de Jacky Chan `i izledim. Sunucu, “Siz gezilere giderken, yanınıza iki çorap alıyormuşşunuz. Kirlendiği zaman birisini kendi elllerinizle yıkayıp, kurutup, giyiyormuşsunuz. O kadar paranız var, niye kendinize birden çok çorap almıyorsunuz?”. Jacky Chan, bu soruya enteresan bir cevap verdi. “ Bunun zengin olup olmamakla alakası yok. Bu, öz disiplinle alakalı bir şeydir” dedi. Doğrusu, etkilenmedim değil. Iradelerinin hakkını verebilen insanları takdir etmenin ayrı bir mutluluğu var içimde.

Beyin uzmanı adam diyor ki, kitaplar hep aynı renk ve aynı tarzda yayınlandığı için, beynimiz monotonluktan yoruluyor ve kitapları okumak çileye dönüşüyor. O bakımdan, bugünlerde kitapları hep ucu yumşak, renkli kalemlerle çizerek okuyorum. Kitaplarım renkli renkli olmuş o yüzden... )))

Televizyon önünde geçen zamanıma acıyorum. Perşembe günleri, işte çok yoruluyorum. Bu bakımdan, eve geldiğimde, televizyonun karşısında oturup kalıyorum öylece. Bir tek perşembenin özrü var, televizyon izleme konusunda. Yani kendime sadece o gün televizyon izleme konusunda haklılık payı kazandırabiliyorum. Insanoğlu kendini kandırmaya ne kadar da istekli...(((

Selamlar, sevgiler...

Friday, February 27, 2009

Dipnotlar...

Dipnotlar

1. Sivas`ta hala, teyze yerine kullanılıyor. Azerbaycan`da da böyle. Azerbaycan`da teyze yerine hala kullanılıyor.

2. Ahmet Hamdi Tanpınar “Huzur” isimli romanında, “meşk defteri” nden bahsediyor. Bugünlerde ingilizceye çevrildiği için gündemde olan bir roman. Batı`nın itirafına göre, `bu eseri keşfetmekte geç kalmışlar` mış. Bu romanda meşk defteri pratik yapılabilen bir defter anlamına geliyor. Azerbaycan`da da, meşk, idman anlamında kullanılıyor.
3. Huzur`da harika edebi ifadeler var : “Onun için aşk, hislerin kelimelerle israfı değil, Mümtaz`ın ruhundaki fırtınaya olduğu gibi kendisini teslimdi”.

4.Huzur. Akıntı yerlerinde, harap rıhtımlarda, dalgalar çırpınıyordu. Nuran:
- Ayın çamaşırları yıkanıyor, dedi...
5. Huzur`dan. Havuç yiyen sarıya, pancar yiyen kırmızıya boyansa ))))

6. Huzur`dan. Belki bir insan hayatı zamanın fırınında ateşe attığımız bir kağıt kadar çabuk yanıyor.
7. Huzur`dan. Macide... Dudaklarında tebessümün balı.
Macide... – Ama bir derdi olacak galiba, sesi adeta kanıyor.
8. Huzur`dan. Karanlık su, yıldızların uzattığı büyük mücevher salkımlarıyla dolar...
Huzur`dan. “Bu musiki beni saatlerce çiğnedi. Bazan kendimi ilahi bir hamur haline girdim sanıyordum...”

9. Huzur`dan. Suat için söyleniyor. “Birgün Boğaz`da hep beraber gezinirken bir köpek yavrusunu, şartlarına göre fazla mesut diye denize attı. ... Bir köpek bu kadar mesut olmamalıymış.”

10. Huzur`dan. Eve ilk geldiği gün Mümtaz ona, bir kısmı henüz çiçekli meyva ağaçlarını “cariyeleriniz...” diye takdim etmişti.
11. Huzur bitti. Ben devam ediyorum. ))) Şehir`de gezinirken gördüm. Adam, mekanın üzerine şöyle yazmış : “Ana ve Uşag Kafesi”. Herhalde, Türkiye`li birisi bunu görse, ne yani anaların ve çocukların kafeste saklandıkları yer mi varmış cidden?”. Bir kafe var, ve adam, buna bu şekilde, bir isim vermiş. Garip yane )))
12. Oscar Ödül töreninin tekrar yayınına denk geldim NTV`de. En iyi kadın oyuncu ödülünü alan, Kate Winslet, Oscar küreciği elindeyken yaptığı konuşamada, Bu konuşmayı 8 yaşımda banyo aynasının önünde yapıyordum. Ama elimde bu ödül değil de, şampuan kutusu vardı” dedi. Bir insanın hedefe odaklanması tarafından bu hadiseye baktım ve çok etkilendim. Çoğu zaman kötü örnek olmalarıyla gündeme gelen, aktörlerden olumlu şekilde etkilendiğim için sevindim.
13. Eski türkçede `kişi` , erkek adam anlamında kullanılıyor. Mesela, Refik Halid Karay`ın Memleket Hikayeleri isimli kitabındaki “Küs Ömer” adlı öyküde, bu ipucunu bulmak mümkün. Halk, “Aferin dişiye, nasıl kurnazmış, kişisini kurtardı” diye söyleşiyorlardı.
14. Refik Halid Karay, Memleket Hikayeleri, Sus Payı isimli öykü : “Şimdi anlıyordu ki milletin çıkarları üzerine titreyen kuvvetli bir kalp gerekti, onu uyarmalı, zorlamalıydı”.

14.12.2008 Refik Halid Karay`ın Memleket Hikayelerini, İnkilap yayınevinin 19.baskısından okuyup bitirdim. “Bir Saldırı” ve “Ayşe Yazgısı” çok etkileyici.

Thursday, February 19, 2009

Ayıptır Söylemesi







İşimiz eğitim olunca, yaptığımız faaliyetler de eğitimin farklı tatları arasında arzı endam etmektedir. Bu bağlamda, Azerbaycan`ın üç şehrine yapılacak bir gezi teklifi bana iletilince zevkle kabul ettim. Program`da Şeki, Gah (Gax) ve Zagatala`ya gidilecek ve orada üniversiteye hazırlanan öğrencilerle görüşülecekti. Bana da motivasyon eğitimi görevi düştü. Yaklaşık üç yüz cıvarında üniversiteye hazırlanma aşamasında olan öğrencilere yönelik bir motivasyon eğitimi hazırladım apar topar. Bunun lütuf olduğunun farkındaydım. Çünkü ilahi irade, kısa bir zamanda çok insanın hayatına müsbet anlamda katkı yapma imkanı sunmuştu bana. İlk durağımız, Şeki oldu. Şeki`nin ismini bugünlerde yeteri kadar duyduğunuzdan eminim. Çünkü Azerbaycan`ın dahi şairi Bahtiyar Vahapzade Şeki doğumlu. Kendisine Allah`tan rahmet diliyorum. Bahtiyar Vahapzade, bana sanki Necip Fazıl Kısakürek`in kardeşiymiş gibi geliyor. İkisinin de yüzlerinde çilenin fırça izlerini çıplak gözle bile görmek mümkün. Her ikisi de fikir çilesi çekmenin asaletini çehrelerinde gururla taşıyorlardı. Umuyorum ki, bu yazı, Türkiye`li kardeşlerimizi Bahtiyar Vahapzade hakkında daha geniş araştırma yapma merakı uyandırsın.

5 – 6 – 7 – 8 Şubat 2009 Perşembe`den Pazar`a Azerbaycan`ın bu güzel bölgelerini ziyaret etmiş olduk. 5 Şubat günü Şeki`deydik. Öğleden sonra öğrencilere eğitimle ilgili sunumlarımızı yaptıktan sonra yol yorgunluğuyla dinlenirken acıktığımızı ve akşam yemeğı için bir şeyler yapmamız gerektiğini farkettik. Saat oldukça geç olmasına rağmen Şeki`de ünlü mekanlardan birine doğru yola koyulduk. Azerbaycan`da ismi `Piti` olan çok özel bir yemek yiyecektik. Fotoğraflarda görüyorsunuz. Piti, et ve kuyruk yağıyla 17 saatte pişiyormuş. Tabi biz acemi olduğumuz için kendimizce yöntemler icat ederek Piti yi yemeğe çalıştık. Sağolsun, garson, zamanında yetişti ve bizi yapmak üzere olduğumuz vahim bir hatadan ))) son anda döndürdü. Evvela, yağlı kısımların uzun süre etle sarmaş dolaş kaynaması sonrasında oluşan suyu tabağınıza önceden doğradığınız ekmeklerin üzerine döküyorsunuz. Ekmekleri bu kesif yani yoğun et suyunda ıslatıp yedikten sonra sıra etleri yemeğe geliyor. )))

Resimde de görüldüğü gibi, Piti, özel bardak gibi kapta geliyor. Hani Türkiye`de nasıl ki, kiremit köfte kiremit tabakta gelir, burda da öyle. Ben hemen etleri yağlı kısımda ayırıp yemek için yelteniyordum ki, garson bey, hata yaptığımı Şeki insanına ait o güzel ve tatlı üslüpla anlattı. Sonra da nasıl yememiz gerektiğini bize uygulamalı olarak gösterdi. Etlerle yağları, ezerek birbirine karıştırdı. Sofrada çok güzel salatalar ve aperatif yiyecekler vardı. Sofra gerçekten muhteşemdi. Nihayet, beyaz yağların etlere tamamen hopturulduğu bulamaç olmuş bir yiyecek ortaya çıktı. Ve inanmayacksınız ama, yağ yiyemeyen ben, o yiyeceği yedim. Sanırım, terkibi aşırı besin değeriyle zenginleştirilmiş bir yemek yemişim. ))) Gece sabaha kadar uyuyamadım desem yeridir. Sabah uyandığımda hala acıkmamıştım. Böylece, Azerbaycan mutfağında bir tadı daha tanımış oldum. Masada duran içecekler ise, kalsiyumu magneziyumu yüksek olan dağlardan akıp gelen mineral su.

Bu arada, ayı resmini nerede bulduğumu merak ediyorsanız hemen söyleyeyim. Yolda gelirken, bir dinlenme tesisinde çay içelim dedik. Işte bu dinlenme tesisinde onu görünce çok şaşırdım ve bir kaç kez fotoğrafını çekdim.

Bunun dışında, Azerbaycan`ın Gah ve Zagatala şehirlerinin harika yerler olduğunu da görmüş oldum. Her iki şehir çok düzenli ve temiz. Dağ havasını insanı resmen dinlendiriyor. Şehrin gürültüsünden çok uzaktasınız. Kulak tırmalayan hiç bir ses yok. Öyle rahat bir uyku çekiyorsunuz ki. Yorgunsanız bunun ismi, deliksiz uyku oluyor. ))) Gah`ta insanların mantalitelerinin ise çok yüksek seviyede olduğunu gördüm. Şöyle ki, Türkiye`de, elektrik borcunun ödenmesi konusunda çok sıkıntı yaşandığı hepimizin malumu. Gah`ta elektrik faturasını ödeme yüzdesi 94. Yani Gah`ta yaşayan her 100 insandan 94`ü borcunu düzenli ödemektedir. Gah, turizm konusunda da çok ileri düzeyde. Dağların koynunda, sessizliğin kucağında bir belde. Şehrin dağlar olan kısmına geçtik, soğuktan donuyorduk, geri şehir merkezine geldik, hava çok ılımlıydı. Böyle iki farklı hava durumunu aynı anda size sunabilen bir yer. Yazın bile, geceleri soğuk olabiliyormuş. Seminerimize katılan öğrencilerin davranışlarında da dağ havasının ve sağlıklı ortamın onları nasıl zinde tuttuğunu açıkça gördük. Öğrenciler gülerken ve bizi alkışlarken adeta salonu inletiyorlardı.

Son bir not: yazının başlığı neden `Ayıptır Söylemesi` ? Biliyorsunuz, Türkiye`de insanlar bir şeyler yediklerine dair hikayeleri başkalarına naklederken, söze hep `Ayıptır Söylemesi` gibi bir izin ve özür cümlesiyle başlarlar. Bizim burda yaptığımız da bu müstesna ananeye sadık kalmaktır. Bu yazıyla birlikte, yemekleri anlatan blog kardeşlerimizin reytinginden azcık çalmış olduysak, böylece sürçü reyting yaptıysak affola. )))

Selamlar, sevgiler...!












Monday, January 19, 2009

Hummer Yazisi`na yorumlar...

Merhaba Saygideger arkadaslar,
Sizlerle tekrar buluşmaktan mutluluk duyuyorum...
Velhasil kelam,
devam ediyor yazi seruvenimiz... Paylasmak guzeldi sizlerle de...
Bir anı : Gecen gunlerden birisinde, doğal gaz faturasını ödemek için, posta idaresine
gitmiştim. Ödemeyi yaptığım esnada, yan taraftaki bir bayan dikkatimi çekti. Sanırım o da
telefon faturasını ödüyordu.
İşlemleri bittikten sonra, genç kadın, albeni, coco star veya soho kıvamında iki tane çikolotayı
gişedeki memureye uzattı. "Bununla da çay içersiniz" dedi. )))) Gerçekten çok şaşırdım.
Hem ilginç bir gözlemdi, hem de hoşuma gitti. Türkiye`de böyle bir manzarayı düşünsenize ))))
düşündünüz mü? ) şimdi resm edin, yani yazıya dökün.
Her neyse, bu olayı ilginç kılan bir nokta daaha var. Ben Türkiye`ye bir sonraki gidişimde,
orada işlerimizi yapan memurlara Azeri yapımı çay vs... gibi şeyleri hediye olarak götürmeyi
düşünmüştüm. Onların çok sevineceğini düşünüyorum. İnşallah, aklımdan geçen güzel
görüntüleri bizzat yaşarım... Görüyorsunuz demi, azeri insanı ne kadar samimi...
saygilar efendim...

Thursday, January 08, 2009

Wednesday, January 07, 2009

Günah Küresi

Sanat, iyi ellerin emeğinde yoğrulduğu sürece, insanlığın amaçlarına pekala hizmet edebilir. Olmuş veya olması muhtemel hakiki hadiseleri, kurgusal zeminde insanlara göstermek, onların kendilerince dersler çıkarmasına da sebep olabilir. Bu bağlamda, üç ayrı zamanın filmine bugünün penceresinden bakalım; ilk eserimiz, Brain DePalma yönetiminde 1983 yılında çekilen “Scarface” (Yaralı Yüz) isimli film. Konumuzla ilgili kısımlardan bahsedeyim: Al Pacino`nun acımasız bir role girdiği filmde, uyuşturucu işinden büyük paralar kazanan adamlar, kendilerini deşifre eden bir devlet görevlisini ortadan kaldırmak istemektedirler. Bunun için uyuşturucu baronunun yakın adamı ile Tony Montana (Al Pacino) New York`a giderler. Gece, adamın arabasına bomba koyulur. Sabah olur, devlet görevlisi, arabasına binerken, karısını ve iki kız çocuğunu da yanına alır. Eli kanlı bir katil olmaktan gocunmayan Al Pacino, çocukları öldürmenin yalnış olduğunu uyuşturucu baronunun adamına anlatmaya çalışsa da, çabasının yersiz olduğunu görür. Adam, bombayı patlatmak için, parmağını uzaktan kumanda düğmesine uzatırken, direksiyonda oturan Al Pacino, tabancasını çeker ve arabasının sağ camını onun beyniyle boyar. İlerideki arabanın arka koltuğunda herşeyden habersiz kendilerine gülümseyen çocukların masumiyeti, Tony Montana`nın kalbine merhamet yağdırmıştır. Bu filmin senaristlerine içten içe minettar kalmıştım.

İkinci filmin senaristlerine ise kızdığımı hatırlıyorum: Alejandro Gonzales İnarritu yönetiminde 2003 yapımı “21 Gram” isimli yapımdan bahsediyorum. Adamın birisi ölecek ve onun kalbi, hasta matematikçi olan Sean Penn`e takılacaktır. Karelerde iki evladının elinden tutmuş yürüyen babayla, arabanın direksiyonunda olan Benicio Del Toro`nun görüntüleri arka arkaya belirince, içimden, “Umarım senaristler, çocukları katletmeyecekler” diye geçirdim. Kalbim, kurgusal bile olsa, o iki çocuğun ölümünü izlemek istemiyordu. Bir sonraki sahnede, Benicio Del Toro nedamet[1] dolu sesiyle karısına şunları söylemektedir: “Çocuklardan birisi ölmüştü. Diğeri ise yaralı bir şekilde gözlerimin içine bakıyordu. Yardım etseydim kurtulacaktı. Ama korktum ve kaçtım”. O sahnenin acısını seyircinin üstüne boca eden senaristlerin, kendilerince yaptıkları hesabı çok sonra anlayacaktım.

Üçüncü filmimiz, daha doğrusu dizimiz ise, çok yakın bir tarihten: “Tek Türkiye”yi kastediyorum. Bir çok noktasıyla, beni başarılı yapım olduğuna ikna etmiş oldukça iyi niyetli bir sanat eseri, “Tek Türkiye”. Zelal Kadın rolüyle filmdeki doktorun hakiki annesini canlandıran Özlem Akınözü`nün gözyaşları dinmiyor. Zelal Anne, Mustafa Akkad yönetiminde çekilen “Çağrı” filminde, Ebü Süfyan`ın karısını oynayan Irene Papas kadar başarılı bir oyuncu gibi duruyor dizide. Bununla birlikte, diziyi izlediğım saatlerde, senariste çok kızdığımı söylemeliyim. Özellikle son bölümde, terörist oyuncuların çocuk katletme kontenjanını oldukça yükseltti senarist Samim Utku. Diğer senaristlerde olduğu gibi, onun niyetini de anlamam rahatlamamı sağlıyor. Kurgusu bile insanı manen yıkan bu görüntülerin, gerçeği nasıl parçalamaz ki insan yüreğini?

“Yaralı Yüz”de, “21 Gram”da ve “Tek Türkiye”de, senaristlerin kullandığı iletişim tekniğinin niyeti belli: Kötü olanı, kurgusal olarak göster ve insanların ders çıkarmalarını sağla. Senaristler, çocukların katledilmesi sonucu nasıl bir acının yaşanacağını, kurgunun gücünden yararlanarak en yalın haliyle bize resmediyorlar. Filmde bile olsa, yüreklerimiz parçalanıyor. Onların aslında ölmediğini bildiğimiz halde, tüylerimiz diken diken oluyor.

Kalemim cılız, sesim kısık, kuvvetim yetersiz... Ama kalbim buğzediyor, gerçek hayatta çocuk katledenlere. Ortadoğu`da, çocukların dünyasını imha eden bombaların patladığını görmenin acısına dayanmak mümkün değil. Çocuklar, saflığın, masumiyetin ve günahsızlığın diğer isimleridir. Herhalde bu yüzden, “İçinizde, çocuklar ve yaşlılar olmasaydı, başınıza taş yağardı” demiş yüce kurallar. Günahsızları küstürerek dünyadan kovanlar, dünyayı bir günah küresi haline getiriyorlar.
[1] Pişmanlık

Sunday, January 04, 2009

Biraz da edebiyat )))




HUMMER

Hostes kız, elinde kurabiyelerle yaklaşıyordu. Genç adam ve karısı, ................................................................................................................................................................................... Bakışlarım, hummer`in ön camında biriken genç adamın ve karısının korku dolu göz bebeklerini saniyeler içinde algılamıştı. İşte o an, arabanın içinde savrulmam, hatırladığım en son ayrıntıydı.

10 Kasım 2008, Pazartesi

Yazının hikayesi; Bu yazının zihnimde teşekkül edip, doğması için bir yıldan daha fazla bir zamanı tarihe terketmem gerekti. Yazının katipliğini yapmak bana iki üç saatlik bir zamana mal oldu. Şimdi tarih 16.10.2008 Pazar, saat 01:26. iki saattir yazıyı okuyorum ve her okuduğumda yeni bir hata buluyorum. Öyle zannediyorum ki, sonsuza kadar durmadan bu yazıyı okusam, her seferinde düzeltmem gereken yeni kısımlar bulacağım. Yazı, bir sene önce, soğuk havada otobüs durağında beklerken oradan Hummer cipin geçmesiyle, yaşadığım hisleri ve duraktakilerin gözlemlediğim tepkilerini, 18.10.2008 tarihli uçak yolculuğumun ayrıntılarını ve babamın ramazanın ikinci günü geçirdiği trafik kazasının hikayesinin kurgusal tasvirini içermektedir. Olaylar arasında bir alaka yok, farklı parçalar aynı kurgu zeminine yapıştırıldı.